Anasayfa

Bacıyan-ı Rum / Anadolu Bacıları

1. Anadolu’da Türk Kadını

Anadolu kadının yaşama bağlılığı, gücü ailesine ve yurduna olan bağlılığının bu topraklarda çok derin kökleri bulunmaktadır. Kadınlarla ilgili anlatılan onca efsanenin nedenini anlamak için tarihin derinliklerine doğru yapılacak bir yolculukta bizleri çok şaşırtacak sürprizlerle karşılaşabiliriz. Tarih öncesinin tanrıçaları bereketi, birliği ve gücü sembolize etmektedir. Anadolu’da kurulmuş nice medeniyet kadının hiç de ikinci sınıf insan muamelesi görmediği bir anlayışla hüküm sürmüştür. Fatma Bacı’dan Nene Hatun’a ve günümüzün simge isimlerinden Türkan Saylan ve Muazzez İlmiye Çığ ’a devredilen anlayışın bu topraklarda yetişen kadınların genlerine işleyen yurtseverlik kavramından başka neyle açıklayabiliriz ki?

Bacıyan-ı Rum yani Anadolu Bacıları örgütü, öncelikle dünyanın ilk kadın sivil toplum kuruluşu olması açısından tarihe düşülen çok önemli bir nottur. Kadınların erkeklerle birlikte ve bir arada ekonomik ve kültürel olarak kendilerini geliştirmeleri, düşüncelerini paylaşabilmeleri ve üretebilmelerinin somut göstergesidir. Tasada ve kıvançta bir arada olurken düşmana karşıda omuz omuza savaşmaktır Bacıyan-ı Rum. Bağnazlığa karşı aydınlığın yüzü olmaktadır ve Anadolu’nun güzelliklerini korumak için dökülen kandır aynı zamanda.

Mikail Bayram;

Âşık Paşa-zade (886/1481) "Târih-i Âl-i Osman" adlı eserinde Anadolu Selçukluları devrinde Türk- menler arasındaki sosyal zümreleri "Gaziyân-ı Rûm" (Anadolu Gazileri), "Ahiyân-ı Rûm" (Anadolu Ahi­leri), "Abdalân-ı Rûm" (Anadolu Abdalları) ve "Bacıyân-ı Rûm" (Anadolu Bacıları) diye dörde ayırmış­tır[1]. Burada üzerinde duracağımız "Bacıyân-ı Rûm" tabirinden, Anadolu Selçukluları zamanında Türk­men erkeklerin mensup olduğu, Ahi Teşkilâtı diye bilinen ve Âşık Paşa-zade'nin “Ahiyân-ı Rûm" ola­rak adlandırdığı teşkilâtın yanında gene Âşık Paşa- zade'nin "Bacıyân-ı Rûm" diye adlandırdığı, o gü­nün toplumunda Türkmen kadınların kurduğu bir başka teşkilâtın bulunduğu anlaşılmaktadır.[2]

Irene Melikoff;

“Vilâyetnâme, İslamlık döneminde haklan daraltılmadan önce, Türk kadınının geleneksel özgürlüğünü doğruluyor. Kadın erkeğe ra­hatça yaklaşmakta ve sosyal yaşamda etkin bir yerde bulunmaktadır. Kadınlar, Meclis ’lerde (toplantılarda) erkeklerin yanında yer almakta ve yabancı konuklara hoş geldin, demeye çıkabilmektedirler:

Nite­kim, Kadıncık, Horâsan ’dan gelen Kalenderlerin yanma çıkamadığın­da, Hacı Bektaş, gelip hazır bulunması için, kendisine, Saru İsmail’le haber gönderecektir.

Kadın giyimi, gelişmiş değildir: Sadece bir entari giyilmektedir: Kadıncık, Saru İsmail’e vermek üzere entarisini çıkarınca, kendini çıplakmış sayar ve ekmek tandırına saklanma gereğini duyar.

Yaşam da gelişmiş değildir. Yalnız yedi ev vardır. Oturanları, hayvan ve ürünlerle, hep birlikte ilgilenmektedirler. Bu ürünlerin ara­sında buğday, yulaf ve elmanın adı geçmektedir. Daha sonra, Tanrı misafirleri için bir de Misafirhane (konuk evi), bunlara eklenir.”[3]

 Mikail bayram bu konuda şöyle demektedir;

Bilindiği gibi eski Türklerde kadının aile ve toplum içindeki mevkii ve fonksiyonu çok önemliydi. Zaten göçebe toplumların tabiatı da bunu zorunlu kılmaktaydı. İslâmiyet’ten sonra da Türkmen kadınlar bu millî ve aslî karakterlerini devam ettirmişlerdir. İbn Battuta birçok Türk illerinde Türk­men hatunları, toplum içindeki faaliyet­lerine, iş hayatındaki başarılarına şahit olmuştur13! Haliyle Anadolu'ya gelindikten sonra Türkmen kadınların iş hayatından kopmuş olması düşünü­lemez. Nitekim Anadolu'da da özellikle Selçuklu­lar zamanında Türkmen kadınların erkeklerle yan yana is hayatlarını sürdürdükleri görülmektedir.”[4]

2. Fatma Ana – Kadıncık Ana

Mikail Bayram’ın kitabından, Velayet-name ‘de anlatıldığına göre Hacı Bektaş Anadolu’ya girdiği zaman mana âleminden Anadolu Erenlerine selam vermiş, bu selam ancak Fatma ‘ya malum olmuş ve Hacı Bektaş’ın geldiğini Erenler Meclisine iletmiştir. Yıl olarak 625 yılında Hacı Bektaş’ın Anadolu’ya geldiği ve Kirmani ’nin yanında yetişen Türkmen dervişin Hacı Bektaş olması kuvvetle muhtemel görülmektedir.[5]   ???

2.1. Kirmani’nin Kızı Fatma

Prof. Dr. Mikail Bayram’dan öğrendiğimize göre; Kirmani ’nin Sivas ‘daki halifesinin oğlu olan “Şeyh Muhammed es??? Sivasi” tarafından kaleme alınan Menakıb-ı Evhadu’d-din-i Kirmani adlı rubailerinde, Kayseri’deki Bakırcılar pazarından; kötü huylu, kötü yaradılışlı, akılsız, ağzı bozuk bir cariye satın aldığı belirtiliyor. (sf.46)

Yazarın belirttiğine göre Kirmani MS 602 yılında Kayseri’ye gelmiş ve Fatma Bacı da bu cariyeden 610 yılından sonra gelen birkaç yılda doğmuştur. Kirmani kitabında Fatma Bacı’nın “küçükken çok yaramaz, söz dinlemez olduğu, Kur’an ve dini bilgileri öğrenemediği gibi dokuma ve örgü sanatlarını öğrenmeye çalıştığı halde bu alanda başarılı olamadığı gabi olduğu “ söylemekte.[6]

2.2. Ahi Evren’in karısı Fatma Ana ya da Kadıncık Ana

Fatma Bacı’nın Ahi Evren ile evlilik tarihinin 625’den sonra olması öngörülmektedir. Bu tarihlerde Ahi Evren in Konya’ya yerleştiğini görüyoruz. Ahi Evren 637 yılında tutuklanınca Fatma Bacı Kayseri’ye geri döner.  640 yılındaki Moğolların Kayseri kuşatmasında çok sayıda genç kızla birlikte elde kılıç Kayseri’yi savunurken esir düşmüştür.

14 yıl süren esaret hayatı ile ilgili en küçük bir kayda rastlanmamıştır. Ancak Moğollar tarafından Irak’a götürüldüğünü biliyoruz. Bu dönemde babasına duyulan saygıdan dolayı kendisine iyi davranıldığı rivayet olunur.

658 yılında Pervesaretten kurtulur ve Kırşehir’de ki kocasının yanına geri döner. Bu sırada Anadolu’da Moğolların güdümündeki IV. Rüknü’d-din Kılıç Aslan’ı Selçuklu tahtına oturttular. Asıl Sultan II. İzzu’d-din Kaykavus Anadolu’yu terk etmek zorunda kaldı ve destekçileri de bir bir yakalanıp öldürüldüler. ([7]).

Fatma Ana, bu dönemde sadrazam Pervane Süleyman’ın girişimleri ile Irak’tan esaretten kurtarılır ve Anadolu’ya döner.

Mikail bayram ile devam edersek;

Anadolu'da Türkmenler ve Ahiler bu yönetime itaat etmek istemediler. Yukarıda da değindiğimiz gibi onlar II. İzzu'd-din Keykavus'u destekliyor­lardı. Denizli, Karaman, Çankırı, Ankara, Aksaray, Kırşehir ve Uc bölgelerde Türkmen ve Ahiler bu yeni yönetime karşı ayaklandılar. Devlet kısa za­manda bu isyanları bastırdı. Devrin tarihçisi Aksa­raylı Kerimu'd-din, Hâricîler'in isyanları diye vasıflandırdığı bu isyanların bastırılışını "Mum rüz­gar karşısında sönmeye mahkumdur" diyerek65 mem­nuniyetini ifade etmektedir. Kırşehir'deki isyan en kanlı bir şekilde bastırıldı. Buradaki isyanı bastırmaya Moğol asıllı Caca oğlu Nasrudd-din memur edildi. İşte bu isyanın bastırılışı sırasında  Ahi Ev­ren ve beraberindekiler kamilen kılıçtan geçirildiler66. Ahi Evren bu sırada  90 küsıır yaşında idi. Mevlana ‘nın oğlu Alâaddin Çelebi'nin de bu olay sırasında Ahi Evren ile birlikte öldürüldüğünü tesbit etmekteyiz. Bu olaym tarihi de 1 Nisan 1261’dir. Bu olay sırasında Fatma Bacı Kırşehir'de bulunuyor olmalıdır. Buradaki katliamdan kurtul­duğu anlaşılmaktadır.” [8]

Ahi Evren sonrası

Mikail bayram bu dönemi şöyle anlatır;

“Buraya kadar sunmuş olduğumuz açıklamalar­dan Evhadü'd-din-i Kirmânî'nin Ereğli'de Şeyh Bedrü'd-din Yaman ve Şeyh Şihabü'd-din Çoban adlarında iki halifesi bulunduğu ve bu iki kardeşin Ereğli'de bir imaret yaptırmış oldukları anlaşılmış bulunmaktadır (Bkz. Levha: II).

Fatma Bacı'nın da Ereğli'ye78 geldiği ve Şeyh Şihabü'd-din'in hima­yesine girdiği anlaşılmaktadır. Fatma Bacı'nın Ereğli'de kaç yıl kaldığına dair bir kayıt yoktur. Durum öyle gösteriyor ki Ereğli'ye gel­dikten bir müddet sonra Fatma Hatun yine himaye-V siz kalmış ve bunun sonucu olarak Sulucakaraöyük'e giderek Hacı Bektaş'ın himayesine girmiştir. Onun Ereğli'den ayrılması, buradaki hamisi Şeyh Şihabü'd-din ile kocası Eminu'd-din Ya'kub'un ölmeleri ile il­gili olmalıdır.”[9]

Kadıncık Ana’yı bir de Abdülbaki Gölpınarlı’nın çevirdiği ve düzenlediği Hacı Bektaş Veli’nin Vilayet-Name’sinden aktaralım;

Kadıncık’a atasından birçok mal kalmıştı. Hünkâr, Sulucakaraöyük’e yerleşince bütün malını, mülkünü erenler yoluna harcadı, hiçbir şeyi kalmadı eğninde yalnız bir gömlek kaldı.

Birgün, Horasan tarafından bir bölük Kalender topluluğu geldi. Hünkâr, Saru İsmail’i Kadıncık’a gönderdi, gelen topluluğa sofra yay­sın, nimet versin dedi. Saru İsmail, Hünkâr’ın sözünü Kadıncık’a söyle­yince Kadıncık, İsmail’im dedi, işte görüyorsun, nesnem kalmadı, ar­kamda ancak bir gömlek kaldı. Gömleğini çakırdı, kendisi tandır içine girdi, al dedi, sat bu gömleği de ne ederse onunla yiyecek al, o topluluğu ağırla.

Saru İsmail, alıp sattı, yiyecek aldı, sofra yaydı, yemekler yenip dua­lar edildi. Kadıncık’ın âdetiydi, her gelen topluluğa gelip safa geldiniz derdi. Hünkâr, Saru İsmail’e, İsmail dedi, git Kadıncık’a söyle, gelip erenlere, safa geldiniz desin. Saru İsmail, Hünkâr’ın sözünü Kadıncık’a söyledi. Kadıncık, görüyorsun ya dedi, çırçıplağım, tandır içindeyim. Sa­ru İsmail, gitti, bu hali Hünkâr’a bildirdi. Hünkâr’ın yanında bir dolap vardı. Besmeleyle dolabı açtı. İçinden bohça çıkardı, Saru İsmail’e ver­di, götür dedi, içindeki elbiseyi giysin Kadıncık, sonra gelsin, Horasan erenlerine safa geldiniz desin.

Kadıncık elbiseleri giydi. Öylesine ağır elbiselerdi ki gözler görme­mişti. Kalktı, geldi, erenlere, safa geldiniz dedi, Hünkâr’ın elini öptü. Hünkâr, Kadıncık dedi, ileri gel, eteğini aç. Kadıncık ileri varıp eteğini açınca Hünkâr, seccadesinin altına elini soktu, bir avuç altın alıp Kadın- cık’ın eteğine koydu, git dedi, harca, eksildikçe de gel, iste, bu çeşit şey­ler, bu seccadenin altından eksik olmaz. Önün, sonundan gür olsun, dün­yada nesnen eksik olmasın.

Kadıncık, erenlerin himmetini ve duasını aldı, evine gitti, karar etti, erenlerin hizmetine meşgul oldu. Kadıncık’ın âdetiydi, Hünkâr, abdest alsa, yemekten sonra ellerini yıkasa o suyu, hemen içerdi. Bir gün Hün­kâr, abdest alırken burnu kanadı. Kadıncık dedi, bu suyu, ayak değmiyecek bir yere dök. Kadıncık leğeni kaldırıp götürdü. Şimdiye kadar o ter­temiz suyu içerdim, bunu ne diye dökeyim, hayırlısı bu, tiksinmeden bu­nu da içeyim dedi. Leğeni kaldırıp içti, tekrar Hünkârın önüne getirdi.

Hünkâr, Kadıncık’ın yüzüne baktı, bu hal, malûm olmuştu zaten kendisine, Kadıncık dedi, bu suyu da içtin mi? Kadıncık, erenlere ne malûm değil, erenlerden artanın bir yudumunu bile dökecek yer bulama­dım; ancak karnımı buldum dedi. Hünkâr, Kadıncık dedi, bizden umdu­ğun nasibi aldın; senden iki oğlumuz gelecek adımızla, onlar, yurdumuz oğlu olacak, halkın yetmiş yaşındakileri, onların yedi yaşında olanın eli­ni öpsünler. Dünya, bozulsa onlar sırtları üstüne yatsınlar, hiç zahmet görmesinler.

Bu söz üzerine Kadıncık’ın üç oğlu oldu. Bunların biri, Hünkâr’ın sağlığında öldü, ikisi kaldı, onların soyu sopu türedi. Bir müddet sonra, Kadıncık, gene gebe kaldı. Hünkâr, umudum atası Habîb’im gelecek de­di. Kadıncık, bir oğul doğurdu, Hünkâr’a haber verdiler, umudun atası Habîb’imdir dedi, adını Habib koydular. Bir zaman sonra Kadıncık ge­ne gebe kaldı, zamanı gelince bir oğlu oldu. Saru İsmail, Hünkâr’ın hu­zuruna vardı, el bağladı. Hünkâr, İsmail’im dedi, gönlündekini dile ge­tir. Saru îsmâil Padişahım dedi; Kadıncık’ın bir oğlu oldu. Hünkâr, Mah­mut’tur dedi, adını Mahmut koydular. Derken Kadıncık’ın bir oğlu da­ha oldu. Saru İsmail haber verdi. Hünkâr, şimdi kardeşim Hızır yanım­daydı, adı Hızır Lâle olsun dedi, ondan sonra Hızır Lâle’m gelmiş, Lâ­lem çiçeği gelmiş diye onu sevdi. Hünkâr’ın sözlerini, Kadıncık’a haber verdiler, pek sevindi, çocuğun adını Hızır Lâle koydular.

Habib büyüdü, olgunlaştı. Erenler, Habib’i evlendirmek istedi, ka­dınlar saldı, Malya’da büyük birisinin kızım beğendiler, gelip Hünkâr’a haber verdiler. Hünkâr, adamlar gönderdi, kızı istedi. O zat, ben meş­hur bir adamım, onlardan birçok şeyler isterim, onlarsa yoksul kişiler­dir, dilediğimi, bilmem verebilirler mi dedi. Hünkâr, bu sözü duyunca Tanrı ganidir, ne kadar nesne isteyebilirlerse istesinler dedi. Gittiler, kı­zın atasına haber verdiler. O de pek çok nesne istedi, bundaki maksadı da kızını vermemekti. Adamlar gelip Hünkâr’a bildirdiler, Hünkâr, dola­bı besmeleyle açtı, bir torba altın çıkardı, gidin, bu torbayı o devletliye götürün, masrafa harcasın dedi. Götürüp verdiler. Düğün yapıldı, Ha- bib’in o kızdan bir oğlu oldu, adını Umur koydular.

Mahmud, cezbeye kapıldı, nefesi geçkin bir er oldu, ne derse he­mencecik olurdu. Hünkâr’a şikâyet ettiler. Hünkâr, iki kılıç bir kına sığ­maz, varın, görün dedi. Gittiler, baktılar ki göçmüş. Kefenleyip namazı­nı kıldılar, gömdüler. Erenlerin nefesiyle Yurd oğlu olarak Habib’le Hı­zır Lâle kaldı.” [10]

Fatma Ana’nın ölümü

Kadncık ve Kadıncık Ana diye de söz edilen Fatma Bacı hakkında pek çok anekdot bulunmaktadır. Abdul Musa’nın onu ziyaret ettiği, siyasi çalışmaları nedeni ile zaman zaman takibata uğradığı bilinmektedir. Ayrıca Hacı Bektaş’ın türbesinin de Fatma Bacı tarafından yaptırıldığı ve kendi mezar taşının da Hacı Bektaş’ta olduğu söylenir. 

“Hacı Bektaş'ın ölümünden sonra Fatma Bacı ona türbe yaptırmış­tır88. Hacı Bektaş 669 (1271)'da vefat ettiğine göre Fatma Bacı bu tarihten sonra vefat etmiştir. Kırşe­hirli C. Hakkı Tarım Fatma Bacı'nın mezar taşının Hacı Bektaş'ta olduğunu bildirmektedir89. Anlaşılan mezar taşında ölüm tarihi kayıtlı değildir. Bu yüz­den C. Hakkı Tarım da onun ölümü için bir tarih vermemiştir. Onun Hacı Bektaş'tan sonra ne kadar yaşadığını belirlemek imkân dahilinde görülmüyor. Abdal Musa Kırşehir'e döndüğünde Hacı Bektaş'ın türbesinde bir müddet durmuştur. Bu sırada Fatma Ana sağ imiş. Bu haber onun Hacı Bektaş'tan sonra bir müddet yaşadığını gösteriyor.”[11]

 3. Bacıyan-ı Rum, Anadolu Bacıları

3.1. Kuruluşu

“Bacılar Teşkilâtı'mn mahiyetine ve faaliyetleri­ne dair en ilginç bilgiyi de Menâkıb-ı Şeyh Evhadü'd-Dîn-i Kirmânî 'de bulduğumuzu burada belirtelim. Du­rum öyle gösteriyor ki, Anadolu Selçukluları za­manında bu hanımlar arası teşkilât "Fakiregân" di­ye de anılıyordu. Fakat bu teşkilâta mensup olan genç kız ve kadınlar birbirine "Bacı" diye hitap et­tikleri için bu kadın ve kızların meydana getirdik­leri teşkilâta daha yaygın olarak "Bacıyân" (Bacılar) dendiği anlaşılmaktadır. Şimdiki bilgilerimizle bu tabiri ilk olarak kullanan da Âşık Paşa-zade'ir.”[12]

 “Kutlu Melek; Fâtma Ana ya da ya­kınlarının deyişiyle Kadıncık Ana olur. Bu, velî tarafından giz veri­len ve bilgilendirilen Kadıncık Ana’nın, Âşıkpaşazâde’de Bacıyân-ı Rûm olarak geçen derviş kadınlar topluluğundan olduğunu gösteri­yor olabilecektir. Onurlandırıcı, “Ana” adı da onun benzer bir toplu­luğun başı olabileceğini söylemektedir.

Ö. L. Barkan, nüfus kayıtlarında rastladığı, zaviye (derviş-konut- ları) yöneten birçok kadının adını sayıyor: Kız Ana, Ahî Ana (bu, bir ahî kadınlar loncasının bulunduğunu gösterir), Sagru Hatun, Hacı Fatma, Hacı Bacı, Hundi Bacı Hatun, Sume Bacı, vb.. .(146)

 Bu dönemde, Türkmen kadınının, yüksek sosyal konumunu bir kez daha görebilmekteyiz: Kadın, Boy yaşamı içinde, erkeklerin ya­nında yer almakta ve etkin bir konumda bulunmaktadır. Hacı Bektaş, güçlerini bir kadına emanet etmiştir. Bu kadının müridleri arasında -ilerde ilk Bektâşî cemâatin başında yer alacak Abdal Mûsâ kendi­sinden el aldığına göre-  aynı zamanda erkekler de vardır.”[13]

                              

Resim 1 Bacıyan-ı Rum – Anadolu Bacıları

 

İrene Melikoff şöyle demektedir;

“Önce, on üçüncü yüzyılın ikinci yarısında yaşamış yoksul ve gezgin bir derviş iken, daha sonra dostlarıyla çevrili olarak ve onlar tarafından saygı görerek bir köşeye çekilmiş bulunan bir münzevît Termite) derviş; sonra ondan el alan ve bir Bacıyân (kızkardeşler) topluluğuna “Ana” olan bir Kadıncık; ve en son, on dördüncü yüzyı­lın ilk çeyreğinde, Kadıncık’ın mürşidi Hacı Bektaş Velî’nin anısını sürdürerek onun adına ilk dervişler topluluğunu kuran -bu dervişler 1326’da Bursa’nın fethi sırasında, Sultan Osman’ın yanında yer al­mışlardır- <147> ve Kadıncık’ın müridi olan bir Abdal Mûsâ.

Âşıkpaşazâde, vekayinâmesiyle, Abdal Mûsâ’dan, Kadıncık’ın müridi ve Hacı Bektaş adını taşıyan bir dervişler topluluğunun kuru­cusu olarak söz eden ilk kaynaktır. “[14]

Mikail Bayram ile devam edersek;

 “Bilindiği gibi bir mahalle oluşturacak kadar çok olan deri atölyelerinde deriler dabbağlanırken ha­liyle yünleri yan ürün olarak ortaya çıkacaktır. Bu yünler heder edilemeyeceğine göre değerlendiril­mesi ve işlenmesi zarureti kendiliğinden ortaya çıkmış olmalıdır. Hekim her şeyi yerli yerinde dü­şünen, hesab eden ve uygulayan kişidir. Eserlerin­de zaman zaman kendisini hekim diye anan Ahi Evren Hace Nasîru'd-din Mahmud, bunun da tedbirini düşünüp çözmüş ve uygulamaya koymuştur. Türkmen kız ve kadınları da organize ederek örgücülük ve dokumacılığa yönelterek dabbağlanan derilerin yünlerini işleme ve değerlendirme ci­hetine gidilmiştir. Nitekim "Menâkıb-ı Şeyh Evha- dıı'd-din-i Kirmânî"nin yazarı Kayseri'deki bu Dab-ı bağlar Mahallesi'nin yanında da Külahduzlar Ma­hallesi yani Örgücüler Mahallesi bulunduğunu haber vermektedi14.

Yukarıdaki örneklerde görüldüğü gibi Ahilerin birçok hizmet alanlarında kadınlara ihtiyaç du­yulmuş ve kadınların da belli iş alanlarında hizmet vermeleri zarureti doğmuş ve böylece Bacı Teşkilâtı kurulmuştur.”[15]

devamla…

 “Bu savaşın teferruatını anlatmaktan sarfı nazar ederek şu hususu belirtmek istiyoruz. Moğollar Kayseri'yi zabt edince münhasıran Ahiler ve Bacı­lara ait işyerlerini, lüks evleri yağmalayıp, yakıp yıkmışlardır15. İşte Ahi ve Bacılara ait sanayi sitesi' ; de bu sırada yağmalanıp ateşe verilmiştir16. Ebu'l- Ferec'in haber verdiği öldürülenler, esir edilen bin­lerce genç erkek ve genç kızlar ve kadınlar da17 Ahi ve Bacı Teşkilâtı'nın üyeleri olmalıdır. Çünkü Moğollara karşı şehri savunan ve Moğollara ağır kayıplar verdirenler Ahiler ve Bacılardı. İbn Bibi, açıkça Kayseri'de Ahilerin Moğol Ordusuna karşı f direnişe geçtiklerini ve şehri savunmaya karar verdiklerini yazmaktadır18. Bu ağır ve acı mağlu­biyetten sonra Kayseri'deki Âhi ve Bacıların topyekün imha edildikleri ve teşkilâtlarının dağıtıldığı anlaşılmaktadır.” [16]

Bu uygulamaların sonucunda birçok ahi ve onların eşleri ya da kız kardeşleri Uc bölgelere göçmüşlerdir. Bu nedenledir ki Osmanlı Beyliği'nin kuruluşunda ve gelişmesinde Ahi ve Bacıların da büyük hizmetleri olduğu görüşü hâkimdir. Moğolların ulaşamadığı bazı ücra köylerde Ahi ve Bacıların faaliyetlerini sürdürdükleri anlaşılmaktadır.” [17]

Mevlana’nın kızının, Anadolu Bacıları’ndan zorla çıkarılması ;

“Şems-i Tebrizi uzaktan  bu kadınlar cemaatini görmüş; "Onların içinde bir tek nur var o da Mevlâna'dan kaynaklanıyor" demiş. Araştırmışlar,  gerçekten de Mevlâna'nın kızı Meliki Hatun'un o f kadınlar cemaati arasına girdiğini görmüşler. O'nu hemen o cemaatın arasından alıp getirmişler. Bu haberden Mevlâna'nın kızının da bir zaman bu Bacılar arasına katıldığı fakat sonraları (Şems-i Tebrizî'nin Konya'ya gelmesinden sonra) onların ara­sına girmesinin engellendiği anlaşılmaktadır.”[18]

 Melike Hatunu sonra Şems-i Tebrizi ile evlendirilmiştir.

3.2. Bacıların Çalışmaları

Anadolu Bacıları’nın çalışmalarını Mikail Bayram şöyle anlatmakta;

“Bacılar dinî ve kültürel faaliyetlerini bir tarikat disiplini ve metodu içinde sürdürmüşlerdir. Bu bakımdan yoğun bir tarikat faaliyeti içinde olduk­ları görülmektedir. Fuat Köprülü de bunu fark et­miş ve Bacıyân-ı Rûm kadınlara mahsus bir tarikat adı olabileceği ihtimali üzerinde de durmuştur. Yukarıda da ifade edildiği gibi Bacılık, Ahiliğin kadınlar koludur. Bu itibarla Bacıları Ahilerden ayrı düşünmek yanlış olacağından kadınlara mah­sus bir tarikat olarak görmek de yanlış olacaktır. Bu bakımdan Bacıyân-ı Rûm belli bir tarikatın ka­dın müridlerinin meydana getirdiği bir cemaattır demek daha doğru olur inancındayız. Bacılar genel olarak Evhadiye tarikatına mensup idiler. Bunlara Evhadiler denilmekteydi. Bu cemaatın haliyle ka­dın mürşideleri ve şeyhleri olacaktır. İşte Fatma Bacı ve kız kardeşi Amine Hatun birer mürşide idi­ler. Babalan Şeyh Evhadü'd-din-i Kirmanî'nin ta­rikatım talim ediyorlardı. Nitekim Rus bilgini Gordlovsky de XVI. asır başlarında İstanbul'da "Ayşe Bacılılar" diye bir kadınlar cemaatının (Tasavvufî cemaat) bulunduğunu tesbit etmiştir16. 918 (1512)'de ölen Ayşe Bacı bu kadınlar cemaatının lideri olduğu gibi Fatma Bacı da Bacıyân-ı Rûm'un lideridir.

Bacı Teşkilâtı'nın üyeleri genç kızlar ve kadınla­rın erkeklerle bir arada zikir, sema ve sohbet mec­lislerinde bulunuyorlardı. Bu yüzden o dönemde Türkmen Şeyhler sürekli olarak bazı çevrelerin Türkmen Şeyhlere her kötülüğü mübah sayan an­lamına "Mübahi” veya "İbahiyeci" diyorlardı. Bu yüzden Türkmenlerle mücadele halinde olan dev­lete de yardımcı oluyorlardı.”[19]

3.2.1 El Sanatları

Anadolu’nun geleneksel el sanatlarından olan” çadırcılık, keçecilik, boyacılık, halı ve kilimcilik, oya ve dantelcilik, dokuma ve örgücülük, nakışçılık ve çeşitli kumaşların imal edilmesi ve bunlardan giysi yapımı kadınların meşgul oldukları sanat dallarıdır.”Bacıyan-ı Rum teşkilatındaki kadınlar bu sanat dallarının bazıları ile yoğun olarak ilgilenirken aynı zaman da sosyal, kültürel ve askeri faaliyetlere de katılmaktadırlar.

Ahilikte olduğu gibi bacılar da sanatlarını gelenek halinde sürdürmüşlerdir.  Üstaddan el almadan veya bir üstadın rehberliği olmadan bir sanata sahip olmak caiz görülmemiştir.”([20])

“Bacılık aynı zamanda bir eğitim ve öğretim ocağıdır. Bu durumda sadece sanatkâr yetiştirmek amacıyla eğitim ve öğretim sürdürülemez. Aynı zamanda mal üretmek ve topluma hizmet sunmanın usul ve erkânı da talim edilir.[21]

Bacıların yoğun olarak uğraştıkları el sanatlarının başında örgücülük ve dokumacılık gelmektedir. Öyle ki Fatma Bacı’ya yakınlığı ile bilinen Abdal Musa’nın da giydiği ve yeniçerilerin de başlarında bulunan börke bükme elif tacı denmektedir. Bu modelin bacıların Kayseri de imal ettikleri külah modeline dayandığı söylenmektedir. Hatta Yeniçerilerin sadece ak börkleri değil, diğer giysileri de Bacıların atölyelerinde imal edildiğine muhakkak nazariyle bakılabilir. Böylece Osmanlıların kuruluş dönemindeki kıyafetlerin(Üniforma)Bacıların eseri olduğu ortaya çıkmaktadır.

Bugüne kalan Anadolu Selçuklu halı ve kilim örneklerinin bacıların atölyelerinde dokunduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Yukarıda da belirtildiği gibi Bacılık teşkilatı başta Ahilikle birlikte Kayseri, Konya, Kırşehir, Ankara, Larende gibi büyük yerleşim merkezlerinde kurulmuştur. Moğollar Anadolu’yu işgal ettikten sonra ise mallarının ellerinden alınması işyerlerinin yakılıp yılması ile Moğol zulmünün ulaşamayacağı ücra yerlere sığınmak zorunda kalmışlardır. Fatma Bacı’da bu nedenlerden dolayı Sulucakaöyük’e göç etmiştir. Bu göçlerin sonucunda el sanatları ve halıcılık köylerde gelişmeye devam etmiştir. Bacılar faaliyetlerini gittikleri bu yeni bölgelerde de sürdürmüşlerdir.

Adını Ahi Başara adlı bir ahiden alan Konya yakınlarındaki Başara Köyünde dokunan  ve kendisine özgü motifleri  bulunan Başara Halısı’nın kaynağı tarihin bu özel derinliklerinden gelmektedir. Ahi Başara aynı zamanda Mevlana’nın yakın dostu Hüsamu’d-din Çelebi’nin de amcasıdır.([22])

Yine benzer bir örnek de Konya’nın yirmi km batısındaki Ulumuhsine ve Kiçimuhsine köylerinde karşımıza çıkmaktadır.”Bu köylerin Selçuklular zamanına uzanan bir geçmişleri vardır. Her iki köyünde kendisine has halı ve cicim motifleri meşhurdur. Köylere adını Ulu Muhsine ve Kici Muhsine adlı iki kardeş olduğu düşmandan kaçıp bu köylerdeki mağaralara saklandıkları ve her iki köyün de bu kardeşler tarafından kurulduğuna inanılmaktadır.

3.2.2. Askeri Faaliyetler

Bacıların diğer bir hizmet ve faaliyet sahaları askerîdir. İslâm öncesi çağlarda Türk kadınlarının binicilik ve atıcılıkta usta oldukları savaşlara katıl­dıkları iyi bilinen bir husustur. İslâm'dan sonra da bu geleneğin devam ettiği görülür. Ravendi, Ha- rezmlilerle İraklılar arasında cereyan eden 594 (1197) yılındaki savaşları anlatırken "Harezmli ka­dınlar zırhları giydi ve her kadın elli İraklıyı önüne ka­tıp sürüyordu"u derken bu Türk kadınları anlat­maktadır. İbn Battuta'da bir çok Türk ilinde özel­likle Özbekler arasında "Havâtîn" (Hatunlar) diye tanıttığı Türk kadınların çeşitli faaliyetlerine şahid olmuştur15.

Moğolların 640 (1243) yılında Kayseri'yi muha­sara sırasında Bacı örgütüne mensup kadınların şehrin savunmasına fiilen katıldıklarını ve teşkilât olarak savaştıklarını görüyoruz. Dulkadir Oğulla­rının otuzbin silahlı kadın askere sahip olduklarına dair haberde16 mübalağa olsa bile bu beylik döne­minde Bacıların ne denli faal olduklarını gösterme­si bakımından önem taşır. Dulkadir Oğullarından Alâu'd-Devle'nin Kırşehir'deki Ahi Evren Türbe ve Zaviyesini yaptırması17 bu beylik döneminde gördüğü anlaşılmaktadır. Uc bölgelerde Türkmen aşiretler arasında savaşçı kadınların bu­lunduğu bilinmektedir. Hiç şüphe yok ki, bu ka­dınlar da Bacı Örgütü mensupları idiler.[23]

3.2.3. Misafir Ağırlama

Bacıların en iyi bilinen faaliyet alanlarından biri de Ahi tekke ve zaviyelerinde misafir edilen ve barındırılanların ağırlanması ile ilgili hizmetlerdir. Ahi teşkilatının kuruluşunu hazırlayan sebeplerden biri de o dönemde kitleler halinde insanların yerlerinden yurtlarından kopup Anadolu’ya gelmelerinin yarattığı problemlere çare arama gayretleri olmuştur. Bu bakımdan Anadolu’ya gelen bu insanların kısa bir süre de olsa barındırılmaları, ağırlanmaları ve böylece yeni ortama uyumları sağlanmalıydı. İşte kuruluşundan itibaren Ahi tekke ve zaviyeleri böyle bir hizmeti ifa etmekteydi. Bacılar da bu Tekke ve zaviyelerde konuk edilenlerin iaşe ve ibatesi hizmetini yürütmekteydiler. Velayet-name’ de Fatma Bacı’nın kimsesiz ve yoksulların barındırılması, misafirleri ağırlaması, kızlarla imece usulü ile birtakım işleri yürütmesine dair çeşitli haberler vardır.[24]

Öyle ki Fatma Bacı’nın babası olan Kirmani Ahiliği: Malını ve servetini cömertçe yoksul ve muhtaca harcamayı ülkü edinmek olarak tarif etmektedir.

3.3. Ankara’da Bacıyan-ı Rum

Ankara’da bir Ahi Devleti kurulduğu bilinmektedir. Bu konuda Mehmet Ali Hacıgökmen şöyle demektedir;

Ankara XIII. yüzyıl başından itibaren yoğun bir şekilde Türk göçüne maruz kalmıştır. Buraya göç eden nüfusun içerisinde birçok ahi bulunduğunu biliyoruz. Burada çoğunluğu elde eden Ahiler ticareti ellerinde tutmuşlardır. Ahiler, Selçuklu devletinin Ankara’da hâkimiyetini kaybettiğinde (XIV. yy. ilk yarısı) burada asayişi sağlamışlardır. Bu dönem Ahiler burada hem hükümet etmişler hem de asayişi sağlamışlar, beledî hizmetleri yerine getirmişlerdir. Ahilerin buradaki etkinliğini Osmanlı dönemi kayıtlarında da görebilmekteyiz. Ahilerin faaliyetlerinin yoğun olduğu bir bölgede bacıların olmaması mümkün değildir. Yine Osmanlı kayıtlarında birçok bacı ve hatun isimlerine rastlamaktayız. Bunun yanında Osmanlı kayıtlarında ahi unvanlı bacılara da rastlamaktayız.”[25]

 Ahi teşkilatının kadınlar bölümü olan Bacıyan-ı Rum’da Ankara’da etkindir;

Bâcıyan-ı Rûm’un, Ankara’da da faaliyette olduğunu biliyoruz. Gelişmiş atölyelerin bulunduğu yerde Bacıyân-ı Rûm’un olmaması mümkün değildir. Ankara’da Bacı28 adlı bir kaza bulunmaktadır. Kaynaklarda Bacı Kazasına bağlı Fatma Bacı Karyesi ile Bacı Zaviyesinin adı geçmektedir29. Ayrıca Bacı kazasında Bacı adlı bir camii de bulunmaktadır30. Bacı kazasının Bacıyan-ı Rum ile ilgili olması kuvvetle muhtemeldir. Burada, Defter-i köhne’de kayıtlı olduğundan bahsedilmektedir. Yani daha eskiye dayanmakta, büyük bir ihtimalle de Kayseri’ye Moğollar’ın istilâ etmesinden sonra bu bölgeye gelen “Bacı”larla ilgili olabilir. Ankara’da Ahi isimli “Bacı”lar da bulunmaktadır. Bunlardan biri Ahi İklim Hatundur31. Bundan da anlaşılıyor ki bu ünvan sadece erkeklere mahsus değildir. Kaynaklarda özellikle Ankara’da Ağa ve Paşa unvanlı ahilere rastlanmaktadır. Paşa Hatun32, Oğul Paşa Hatun33, İri Paşa Hatun34, Ayan Paşa Hatun35, İnan Paşa Hatun36, Turan Paşa Hatun37, Sultan Paşa Hatun38, Şah Paşa Hatun39 bunlardan bazılarıdır.

Dernschwamm, anlattığına göre köylerde ve şehirde özellikle kadınlar tarafından tiftik eğirilerek iplik getirilmekte ve satılmaktadır40. Ankara’da evlerine kurdukları tezgâhlarda çalışan birçok aile vardı. Bunu sicillerden öğrenmek mümkündür. Mesela Hatun Mahallesi, Öküzce mahallesi, Ahi Tura mahallesi, Ahi Hacı Murad mahallesi, kaledeki evlerde tezgâhlı evler bulunmaktaydı41. Bunların büyük bir çoğunluğu bizce Bacı, teşkilâtına mensup kadınlar olmalılar. Bunların da esnaf düzeni içerisinde şeyh, kethüda ve yiğitbaşı düzeni içersinde olduklarını sicillerden öğrenebiliyoruz42. Ankara’da tespit ettiğimiz vakıflar içinde kadın vakıfları da çok büyük yer tutmaktadır. Buradaki kadınların hepsine “Bacı” demek mümkün değildir. Ancak vakıf kuran bu kadınların maddî durumlarının iyiliğini, iktisadî faaliyetin içinde olduklarını gösterir.[26]

4. Son Söz Yerine

Anadolu’nun kahraman kadınları kimi zaman tezgâhlarda umutlarını dokudular sıcacık kimi zaman ellerinde silahları yurtlarını korudular. Ninnileri eksik etmediler bebeklerinin, aşlarını eksik etmedikleri gibi konuklarının. Sevdayı tasavvuf ile öğrendiler, kız kardeşlerine öğrettiler. Ata bindiler ok attılar semaha durdular. Acıyla kavrulsa da yürekleri yine de baş eğmeyi bilmediler zulme ve haksızlığa. Türkülerden biliriz onları, kilimlerden, bir de yüreğimizdeki yerlerinden

 

İlkiz Kucur

 

Referans Listesi

  1. Dr. Mikâil Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum ( Anadolu Bacıları),

NKM, 2008

  1. İrene Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Geleceğe, Cumhuriyet Kitapları, 2009
  2. Abdülbaki Gölpınarlı, Vilayet-Name ( Manakıb-ı Hünkar Hacı Bektaş Veli),

İnkılap, 1995

  1. Mehmet Ali Hacıgökmen, Ankara Ahilerinin Ticarî Faaliyetleri ve Baciyân-i Rûm

Hakkında Bir Araştırma, OTAM(Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi), Sayı: 18

 

 

 

Dip Notlar

[1] Burada Ahi ve Bacı kelimeleri Türkçe, Abdal ve Gazi ke­limeleri Arapça olup, Farsça çoğul eki ile çoğul yapılmışlardır.

[2] . Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM.

[3] İrene Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Geleceğe, Cumhuriyet Kitapları, 2009, s. 138

[4] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. S.69

[5] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. S.??

[6] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. s.47

[7] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. s.48

[8] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. s.50

[9] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. s.54-55

[10] Abdülbaki Gölpınarlı, Vilayet-Name ( Manakıb-ı Hünkar Hacı Bektaş Veli), İnkılap, 1995, s. 63-64

[11] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. s.58

[12] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. s.58

[13] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. s.??

[14] İrene Melikoff, Hacı Bektaş Efsaneden Geleceğe, Cumhuriyet Kitapları, 2009, s. 151

[15] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. s.67-68

[16] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. s.73-74

[17] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. s.77

[18] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları Teşkilatı), NKM. s.21-22

[19] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu Bacıları Teşkilatı), NKM. s.93-94

[20] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. s.82

[21] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. s.83

[22] . Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. s.88

[23] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. s.90

[24] Prof. Dr. Mikail Bayram, Fatma Bacı ve Bacıyan-ı Rum (Anadolu bacıları Teşkilatı), NKM. s.92

[25] Mehmet Ali Hacıgökmen, Ankara Ahilerinin Ticarî Faaliyetleri ve Baciyân-i Rûm Hakkında Bir Araştırma, OTAM(Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi) Sayı: 18, s.185

[26] Mehmet Ali Hacıgökmen, Ankara Ahilerinin Ticarî Faaliyetleri ve Baciyân-i Rûm Hakkında Bir Araştırma, OTAM(Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi) Sayı: 18, s.189-190

 

Related Articles