Aksi Sanat

İlkiz Taşdelen 'den ""Bir "Baba" Anı

İlkiz Taşdelen 'den

Paylaşacağım ilk anım eşimin baba olduğu ilk güne ait. Oğlumuz sezaryenle 21.08 1996 da akşam saat 21.30 de dünyaya geldi. İlk gece eşim kimsenin bizim yanımızda kalmasında istemedi. Başımızda tek başına kaldı. Benim gözlerimi açmam ve kendime gelmem gecenin ilerleyen saatlerinde oldu. Kendime geldiğimde elektronik yüksek mühendisi olan eşimin oğlumuzla teknik bazı terimlerle konuştuğuna tanık oldum. Ne anlatıyorsun dediğimde aldığım cevabı hiç unutamayacağım:

“ Uyumuyor . Anne karnında neredeyse dokuz ay boyunca babasının sesi ile sakinleştiğinden olsa gerek dünyaya gözlerini açtığında da sesimi duyunca sakinleşiyor ve uykuya dalıyor. Onu nasıl istediğimizi, beklediğimizi, anlattım. Ben konuşunca o susuyor. Ben susunca da o ağlıyor. Anlatacaklarım bitince ben de otomatiğe bağladım.MD110 Telefon Santrallerinin özelliklerini anlatıyorum. “Eşim o yıllarda Ericsson firmasında satış mühendisi olarak büyük kurumlara, üniversitelere telefon santrali satışlarından sorumlu. Sonuçta oğlum doğduğu geceyi Ericsson telefon santrallerinin bütün teknik özelliklerini dinleyerek geçirmişti. Büyüdüğünde o gece yaşadığı travmadan olsa gerek akademik kariyerini çok farklı bir alandan seçti.

Şimdi gelelim benim babamla ilgili anılarıma. Henüz ilkokula yeni başlamışım. Fanatik Galatasaray’ lı olan babam erkek çocuğu olmadığından olsa gerek futbol sohbetini benimle yapıyor. Bana Galatasaray’ın ilk on birini ezberletiyor. Kaleciden başlayıp takımı on bir futbolcuyu sayıyor bir de Galatasaray diyerek ilk on birin ısrarla on iki olduğunu iddia ediyorum. Ama sabırla öğretmeye çalışmasına rağmen bir türlü sahadaki diziliş taktiklerini gösteren sayıların anlamını kavrayamıyorum.

Çocukluğum Selçuk’ta geçti. Babam o yıllarda Selçuk’ta hem Mali Müşavirlik hem de Ziraat Odası Başkanlığı yapıyordu. Ziraat Odası olarak Karpuz Festivali düzenmişler ve o yıllarda yeni yeni yaygınlaşmış olan festivallere de öncülük edenlerdendi. Elbette her festivalin olmazsa olmazı da festival kraliçesinin seçilmesi idi. Ben sekiz kardeşim de altı yaşındayız. Evde kraliçe seçileceğimiz söylendi. Kardeşimle birlikte annem bizi takım giydirdi. İkimiz de aynı elbiseden giymiştik. Festivalin yapıldığı parka gittik. Sabırsızlıkla ne zaman kraliçe olacağız diye bekliyoruz. Az sonra babam geldi. Kucağımıza kocaman birer karpuz verdi. Taşımak ne mümkün. Fotoğraf çekilecek, kraliçeler karpuzu taşıyamıyor. Neyse hemen çözüm bulundu. O karpuzlar ayak ucumuza kondu. Taşıyacağımız büyüklükte karpuzlarda kucağımıza kondu .Biri bize kraliçeler ciddi olur demiş olmalı ki kardeşimin de benim de suratlarımız ciddiyetin üzerinde asık. Neredeyse zorla kraliçe yapılmışız gibi. Neyse kraliçe olmak bu kadarmış deyip biz parkta oynamaya başladık. Biraz sonra festival gerçek anlamıyla başladığında bir de ne görelim. Ulusal kıyafet giymiş ir genç kız festival kraliçesi olarak ilan edilmedi mi? Eee hani bizdik. Sonra akşam bu durumu babam evde bize nasıl açıkladı anımsamıyorum ama kraliçeliğin geçici olduğunu da o gün öğrenmiş oldum öylece. 4-4-2 ile 4-4-3 ün ne anlama geldiğini öğrenmem için aradan yılların geçmesi gerekti. Yine de birlikte gittiğimiz maçların keyfini unutamam.

Babam ile yaşadığım anılarımı arasında bir diğeri ise ODTÜ’yü bitirip İzmir’e döndüğüm ilk günlere ait. Beni aldı birlikte Konak’a gittik. Kemeraltı’nın girişi idi yanılmıyorsam. Daktilo satan bir kırtasiyecinin önünde durduk. Vitrinindeki daktilolara baktı ve sen yazıyorsun iyi bir daktiloya ihtiyacın vardır. Mezuniyet hediyesi olarak sana daktilo almak istiyoruz dedi. İçeri girdik, oradaki en iyi daktiloyu aldık. Bana dünyaları vermiş oldu. Şimdiki gençlerin bunu anlaması zor olabilir. İlk kez bilgisayarınızın olduğu ün hissettiklerinizi düşünün. Ben o sevince üniversiteyi bitirince ulaşmıştım. Şaka bir yana da seksenlerin başında şiir yazıp üstelik bunu dergilerde yayınlatan kadın sayısı bugünlere göre çok az iken; üniversiteyi bitiren bir genç kız için işe girip evlenmesi hayalleri kuran pek çok babanın aksine beni yazmak için yüreklendiriyordu. Şimdi dönüp bakıyorum da birlikte yaşadığımız acı tatlı onca anı için çok teşekkür ederim baba.

aksi sanat - yayınlanmış makale

Satır Başı Sohbetleri: İlkiz Kucur, Özgün Ergen ile konuştu…

Satır Başı Sohbetleri: İlkiz Kucur, Özgün Ergen ile konuştu…

İlkiz Kucur: Sevgili Özgün Ergen, şiirle oldukça genç yaşta tanışmış olmalısınız. Bunu kitabınızdaki dizelerdeki eriştiğiniz düzeyden kolaylıkla anlıyoruz. Bu yolculuğun başlangıcından bugüne kadar geçen süreci bize kısaca anlatabilir misiniz? Sizi yaşıtlarınızdan ayıran ne oldu da kendinizi şiire ya da şiiri kendinize yoldaş kıldınız?

Özgün Ergen: Şiir yazmaya lise yıllarımda başladım, diyebilirim. Lise yılları öncesinde hikâye ve mektupla daha ilgiliydim. Lise yıllarımda şunu fark ettim. Bütün edebi türlerin kökeninde, özünde şiir var. Masalların, mitolojik hikâyelerin,ağıtların filizlendiği yere baktığımızda da bunu görürüz. Şiir nadir bulunan ama öte yandan elde de tutulamayan, bağımsız bir tür. Felsefeyle de çok enteresan bir ilişkisi var. Hem felsefeye öncülük eden, ona aşkın bir yanı var, hem de güzel şiirler okuduğumuzda her zaman şiirin derin bir felsefeyi barındırdığını görürüz. Şiir serüvenim hakkında şunu söyleyebilirim. Babaannem bu konuda en önemli besleyicim, kaynağım oldu. Bir sürü masal, halk hikayesi, ilahi bilir. Modern bir şamana benzer. Bir de ben yer sofralarının, çember etrafında toplanılan insanların olduğu bir kasabada büyüdüm: Beydağ’da. Sonra İzmir merkeze taşındık. İzmir’de metropolde yalnızlık duygusunu çok derinden yaşadığımı söyleyebilirim. Hızla bencilleşen, özünü yitirmiş ya da aslında hiç bulamamış insanları anlamakta zorluk çekiyordum. Bu durum beni şiire daha yakın kıldı. Gariptir, ben hâlâ şiir yazarken biri daha yalnızlığından kurtuluyormuş gibi gelir. Beni yaşıtlarımdan neyin ayırdığını, böyle bir ayrımın olup olmadığını bilmiyorum. Her insanın yöneliminin farklı olduğunu düşünürüm. Zaten doğrusu yaşımdan biraz büyük olan arkadaşlarımın sayısı yaşıtım olan arkadaşlarımın sayısından daha fazla. Bu her zaman böyleydi.

İlkiz Kucur: Kadın olmak ve şair olmak sizde nasıl birleşti? Çocuk, ölüm ve zaman dizelerinizde çokça karşımıza çıkıyor kimi zaman parçalanarak, toz olarak ama hep bir soru işaretinin özünde sizin sesiniz eşliğinde.  Şiirle sorgulamanız sürüp gidecek mi? Salgın’ın ardından yeni kitabınızı okurlarınıza ne zaman kavuşturacaksınız?

Özgün Ergen: Kadının, kadın doğasının sezgisel tarafıyla şiire daha yakın olduğunu düşünüyorum. Sezgisel tarafımızı yok saymak, büyük tehlikeler yaratıyor. Ben bu sezgisel tarafı bilgiyle ve hayatla birleştiren bir şiir yazmaya çalışıyorum. Zaman konusunu güzel tespit etmişsiniz. Salgın’dan sonra salgını gerçek anlamda yaşadım. Lenfoma teşhisinin konması, daha sonra hastaneler, yoğun bir tedavi süreci, saçlarımın yok olup yeniden çıkmasını izlemek çok ilginçti. Şu önemli şeyi fark ettim ve yazan herkesin fark etmesini isterim. İnsan yaşadığını yazmıyor. Yazdığın şeyi yaşıyorsun. Çocuk meselesine gelince… Her zaman hayata meraklı gözlerle bakan, şaşkın, kimi zaman huysuz bir çocuk gibi hissettim kendimi. Sorgulamam o nedenle hiç bitmedi. Çocuklarla drama çalışırken de bunu çok duyumsuyorum.  Yeni dosyamda zaman ve iyileşme konusunu ele aldım. Yayımcılık konusu ile ilgili hazır olunca basılacağını düşünüyorum. Uçurum Saati ve Karnaval’ın en kısa zamanda basılmasını diliyorum ben de.

İlkiz Kucur: 8 Mart kadınlara kendilerinin farkına varmaları için önemli bir gün. Tüketim toplumlarında zaman zaman amacının dışına çekilmeye çalışılsa da. Kadın şairlerin vitrine çıkarılıp sonra da yok sayıldığını da unutmadan sormak istiyorum. Sadece şiiri ile var olmak hiç de kolay değildir edebiyat cangılında. Siz kendinizi hem kadın hem de şair olarak nasıl ifade edersiniz?8 Martın bir kadın şair olarak anlamı sizce nedir?

Özgün Ergen: Haksızlıklar, ödüller, etiketlemeler… Her değerin birkaç kullanımlık olduğu şu zamanda yazan kadınların bu tür ambalajlara kanmamasının önemli bir şey olduğunu düşünüyorum. Bilmeliler ki bunları desteklediklerinde, bunlar arasında yer aldıklarında o çok kızdıkları ataerkil düzeni besliyorlar. Bizim kimsenin desteğine, torpiline, elinden tutup göklere çıkarmasına, ödüllendirmesine ihtiyacımız yok. Bu düzeni destekleyenler, kendileri için her zaman bir kılıf bulabilirler. Ben şunu söylerim her zaman. Her kim ki ufacık çıkarlar için birilerinin peşinden gitmeyi doğru buluyorsa, onların gerisinde olduğunu kabul etmiş demektir. 8 Mart’ın anlamını düşünerek direnmelerini dilerim, ama bunu düşünecek olsalar oralarda bulunmayı sürdürmezler sanıyorum.

aksi sanat - yayınlanmış makale

Satır Başı Sohbetleri: Özlem Tezcan Dertsiz, İlkiz Kucur ile konuştu…

Satır Başı Sohbetleri: Özlem Tezcan Dertsiz, İlkiz Kucur ile konuştu…

Özlem Tezcan Dertsiz: Sevgili İlkiz Kucur, ilk kitabınız 1990 yılında yayımlanan Ama Ben İlkiz’im adını taşıyor. Bu yıldan sonra yalnızca bir kitap daha – biri yeniden basım yapsa da- yayımladınız. Bu durumu nasıl açıklarsınız? İnce eleyip sık dokuma durumu mu, küsmeler-barışmalar hâli mi? Attila İlhan’la araladığınız şiir kapısını kapatmak mümkün mü? Sizin için şiir dün neredeydi, bugün nerede, yarın nerede olacak?

İlkiz Kucur: Sanırım yanıtlamakta en çok zorlandığım soru bu oluyor. Neden bunca yıl şiire uzak kaldım.

İnce eleyip sık dokumak dersem önce kendime yalan söylemiş olurum. Ama Ben İlkizim yayınlanmadan önce dergilerde görünen bir isimdim. Kitabın gerek okur gerekse edebiyat çevrelerinde ses getirdiğini ise çok uzun yıllar sonra ilk şiirimin Varlık’ta yayınlanması ile öğrendiğimi söylemem ise çok garip değil mi?

Şiire küsmem de söz konusu değildi. Bu sorunun doğru yanıtını ben de bilemiyorum sanırım. Kitap yayınlandıktan sonra sanki yazacaklarım bu kadarmış gibi bir duyguya kapılmış olabilirim. Ama okumayı hiç bırakmadım. Dergileri izlemeyi edebiyat dünyasında olup bitenleri uzaktan izledim. Gerçek anlamda uzakta idim. Hiçbir etkinliğe katılmadım. Kitap Fuarları hariç, gariptir hiç de özenmedim. Okur olmayı sevmiştim. Attila İlhan’ı son yolculuğuna uğurlamaya Ankara’dan günübirlik İstanbul’a gidip onunla yıllar sonra vedalaşınca dönüş yolunda ona verdiğim sözden çok onun beni yüreklendirmesine haksızlık ettiğimi düşündüm. Kendimi yeniden yazmaya yüreklendirdim. Elbette bu kolay olmadı. Hadi şimdi şiir yazayım diyerek yazmaya başlayamıyorsunuz.

Bir akşam herkes uykuya daldığında balkonda oturmuş çayımı yudumlarken apartmanlardan birinde bir kadının uğradığı şiddetin sesleri geliyordu. Adresini bulamadığım bu sesler bana hemen orada “Gün Kurudu” şiirimi yazdırdı. Uzun süre şiir yazmadığım için yazdığımın şiir olup olmadığından emin değildim. Varlık dergisine gönderdim. İki gün sonra şimdi saygıyla andığım Enver Ercan’dan şiirin yayın programına alındığını belirten ileti geldi. Bir sonraki sayıda da yayınlandı. Yayınlanır yayınlanmaz da inanılmaz güzel tepkiler aldım. Hem okurlardan hem de yazın dünyasındaki arkadaşlar bana yürekten hoş geldin dediler. En önemlisi de yeni şiirler ardı ardına geldi. Önce Ama Ben İlkizim’in genişletilmiş ikinci baskısı iki yıl sonra da Eflatun Gölgeli kadınlar yayınlandı. Ardından dergilerde çok sık olmamakla birlikte şiirlerim yayınlanıyor

Anlıyorum ki şiir kapısını kapatmamışım. Şiir geçmişte olduğu gibi bugünde var olmayı sürdürüyor. Geçmişte de umarım benim için var olur. Olmasını da umuyorum.

Özlem Tezcan Dertsiz: “Kadın” şiirlerinizin baş izleği diyebiliriz. Kitap adlarınızda bile bunu hissediyorsunuz. Ama Ben İlkiz’im ve Eflatun Gölgeli Kadınlar… Otuz yıl önce yayımlanan kitabınızda dile getirdiğiniz kadın sorunları hiç eskimemiş, geride kalmamış… Kadını, yani kendimizi yazdığımızda artık özgürlükten, eşitlikten, yaratıcılıktan söz edebilecek miyiz? “ Susmak öğretilmiş isyana küs/ kalbime” diyorsunuz. Artık dayatılanların dışına çıkabilecek miyiz?  İsyanı öğrenebilecek miyiz?

İlkiz Kucur: İsyan her zaman şiirimin kız kardeşi. Tarihte kalan izlerini takip ederek kimi zaman yalnızlığın gölgesi olarak, kimi zaman tozlu toprak yollarda bıraktığımız ayak izlerinde. Şiire ilk başladığım yıllarda edebiyat ortamında kadın şairlerin sayısının azlığında bir kadının neden şiir yazdığına şaşkın bakan gözlere verdiğim yanıtlar da aslında bu isyanımın bir parçası idi. Çok yüksek sesle bağırmadan yazdığım dizeler ile öğreniyordum dayatılanların dışına çıkmayı… Duygularını estetik kaygılarla aktarabilmeyi unutmadan, okuyarak, farklı disiplinlerle şiiri ortaya çıkarmak en çok önem verdiğim yazma içimini hiç ihmal etmemeye özen gösteriyorum. Küçük harflerle yazılmış, okuyanda iz bırakmasını istediğim için hem yazan hem de okuyanı yaşadıklarına farklı açılardan düşünmeyi bunu yaparken de duygularına gem vurmamayı hedefleyen şiirlerle öğretmek değil belki ama farkına varmalarına yardımcı olabiliyorsam ne mutlu bana diyorum.

Özlem Tezcan Dertsiz: 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’ne de değinmek istiyorum. Bir vitrinde gördüğüm reklam beni çok yaralamıştı: “ 8 Mart Nedeniyle İndirimli Abiye”  Birçok şeyin içini boşaltmaya çok meraklıyız ama bazı şeyler daha da acıtıyor insanı. Tüketim toplumu olarak her şeyi tüketmeye, ya da olanlara seyirci kalmaya alıştık. Bir yılda dört yüzü aşkın kadın cinayeti işlenen bir ülkede yaşıyoruz. Hem şair hem kadın olarak bu gidişe dur diyebilmek için ne yapabiliriz? Şiirimiz güçlü bir silah olabilir mi bu savaşta?

İlkiz Kucur: Şair olarak öldürülen, taciz edilen kadınları yazdığım şiirlerim sanırım Eflatun Gölgeli Kadınlar’ın temel izleği oldu. N.Ç için yazdığım şiirim” Neden çocuk oldum ben anne/bir çığlık bile olamazken hayata” diye bitiyor.

Öte yandan kitabın diğer şiirlerinde yaşamda adı neredeyse yok sayılan kadınların sessizliği, unutulup gidişleri, kadın cinayetleri kendilerini dizelerimde buldular. En azından unutulmasınlar diye yazıldılar. Bir kadının sessiz kalmadığını şiirle aktarmaya çalıştım. Öldürülen, taciz edilen, evlerinde yok sayılıp öldüklerinde bu ülkenin kayıtlarından silinip giden her kadının acısının çığlığı olmak istedim. Benim yakaladığım fırsatları yakalayamayan kendi varlığının farkında olmayan/oldurulmayan kadınlara bir borcum var. Bu borcu ödemek zorundayım. Önce kadınlar olmak üzere toplumun tüm aydınları kadınlara insan olduklarını anımsatmalı. Kendi değerinin önemini anlamayan kadınlar yüzyılların onlara biçtiği zavallılık duygusundan kurtulmaları için ayağa kalkmalarında yanı başlarında olmalı. Medyanın, özellikle de reklam sektörünün kullandığı eril dilin değişmesinden tutun da gündelik yaşamda kullanılan dile kadar kadını aşağılayan sözcükler, atasözleri, çocuk öykülerine kadar değiştirilmesi gereken bizi biçimlendiren kısıtlardan kurtulmakla işe başlayabiliriz sanıyorum.

Kadın şairlerin kendi dillerini bulmaları sanırım onların en güçlü silahları olacaktır.

aksi sanat - yayınlanmış makale