odtülüler bülteni

İbrahim, Sinan, Erdal...

Sayı: 180, Tarih: Aralık 2008
Image
Image
Image
ODTÜ 7.Yurtdaki odamda, derse gitmek için hazırlıklarımı tamamlayıp, pencereden dışarıya bir göz attım. Aralık ayına girmiştik. Henüz Ankara'nın soğuğuna alışamadığımdan; eldivenlerimi alıp çantama koyduğumda, kendi kendime bu yıl eldivenlerimi kaybetmek istemediğimi söylediğimi anımsıyorum. Yeni almıştım. Üzerinde Yörük desenleri olan, sıradan bir çift yün eldiven...Dışarı çıktım. Necdet Bulut Amfisi( Üçlü Amfi)'nin önüne geldiğimde Rektörlük Binası ile Kafeterya arasındaki alanda yüzlerce öğrencinin toplandığını fark edip, ne olduğunu öğrenmek için oraya yöneldim. Alanın Rektörlük tarafına geldiğimde, Rektörlük binasının jandarma kordonu altına alındığını görünce merakım endişeye dönüştü. Çünkü uzunca bir süredir Rektörlükte yaklaşık 350 kişilik işçi adı altında alınmış Ülkü Ocaklı oldukları söylenen bir gurubun konuşlandığını biliyordum. Ne olduğunu sorduğumda, aldığım yanıt bir ses bombasının atıldığı idi. Kafamı kaldırıp binanın üst katlarına baktığımda, pencerelerde ellerinde silahlı adamların yüzlerini bile saklama gereği duymadan, sırıtarak baktıklarını görmemle bir el bombasının üzerimize doğru geldiğini fark etmem arasında belki saniyeler bile geçmedi. Bombayı gören kalabalığın bir anda  sağa sola dağıldığını ve kalabalığın arasında açılan boşluğa bombanın düştüğünü, ardından  da rastgele üzerimize ateş açıldığını, bugün bile tüm canlılığı ile anımsıyorum.
Çığlıklar bağırışımalar arasında kalabalığın en arkasında kalmıştım. Kaçmak ve kurtulmak için koşmaya çalışıyordum. Bir anda çevremdeki her şey silikleşti. Kulağımda uğultular ve hayatımda ilk kez duyduğum silah sesleri vardı. Nedense silah sesinin çok daha güçlü olacağını düşünüyordum. (Oysa uzun yıllar sonra bile havai fişek atıldığında ya da yanımda bir balon patladığında saklanacak yer arayacak kadar etkilendiğimi o an algılayamamıştım.)
Çevremden gelen, “yere yat, kaçma” sözlerine güvenemeden, ne kadar koşarsam o kadar çabuk kurtulurum diye,  olabildiğince hızlı koşmaya devam ediyordum.
Bana, “kurşun menzilinden çıktık, koşmana gerek” yok diyen ve bana seslendikten sonra  yere düşen bir arkadaşı anımsıyorum. Belleğim beni yanıltmıyorsa, sonradan anlatılanlarla bütünün parçalarını birleştirdiğimde; o kişinin İbrahim Baloğlu olduğunu düşünüyorum.
Kafeteryanın önüne geldiğimizde anımsadığım diğer görüntü de, bir kız öğrenciyi dizlerinden yaralandığı konusunda ikna etmeye çalışan arkadaşları idi. Pantolonunun diz hizasında bir kurşunun girip çıkmasından  oluşmuş delikleri gösterip, ona yardımcı olmaya çalışan arkadaşlarına; “iyi olduğunu, yaralanmadığını” söyleyen arkadaşımızın pantolonunu sıyırdığında dizindeki yarayı görünce bir anda nasıl bayıldığını hiç unutmadım. Çevremde onlarca yaralı vardı.
Kafeteryanın önünde bunlar yaşanırken bir anda etrafımızın polis panzerleri ile çevrildiğini, Rektörlük binasındaki silahlı şahısların bir minibüse binip kaçarken; peşlerinden giden öğrencilere güvenlik güçlerinin müdahale ettiklerini, o günü yaşayanlar da teyit edeceklerdir.


Aradan ne kadar süre geçti anımsamıyorum... Yurtlara doğru, toplu halde gideceğimiz söylendi... Yurtlara, kızlı erkekli karışık olarak yerleştik. Her yurdun önüne, her hangi bir saldırıya karşılık kantinlerdeki mutfak tüpleri yerleştirildi. Hiç bir şey düşünemiyordum. O an sanıldığı kadar büyük bir korku da hissetmediğimi çok iyi anımsıyorum. Bunun cesaretle de bir ilgisi olmadığını belirtmeliydim. Üniversiteye yeni başlamış, küçük bir kentten gelmiş biri olarak anlayamadığım bir soğukkanlılıkla yaşananların  sessiz bir izleyicisiydim... Merak içerisinde, ölü ve yaralı sayısı ile birlikte kimliklerini öğrenmeye çalışıyorduk.
Daha sonra havanın kararmaya başlaması ile şehirden gelen öğrencilerin okulda mahsur kaldıklarını, ailelerin çocuklarından haber alabilmek için Bahçelievler'e kadar uzanan araç kuyruğu oluşturduğunu duyduk. Eskişehir yolunda trafik durmuştu. Yurtlarda güvenliğimizin sağlanmasına destek amaçlı olarak CHP yetkilileri ile bazı milletvekillerinin gelip, bir süre yurtların önünde nöbet tutup, güvenlik görevlileri ile görüşmeler yaptıklarını anımsıyorum.
Yavaş yavaş yaralılar hakkında da bilgiler gelmeye başladı... Kendi yurtlarımıza geçtiğimizde ise, olayı akşam televizyondan izleyeceklerini düşünüp; ailelerimize telefon ile haber vermek için uzun kuyruklar oluşturduk. Telefonları ödemeli açmak zorundaydık ve sadece birer cümle ile  “ben iyiyim, merak etmeyin, bir şeyim yok” diyebiliyorduk. Ankaralı tanıdıklarımız, iyi olduğumu teyit etmek ve aileme  beni gözleri ile gördüklerini söylemek üzere yurda geldiklerinde, yaşadıklarımızın ne anlama geldiğini işte o zaman, onlara anlatırken fark ettim. Odama çıktım... Eldivenimin teki yoktu... Düşürmüştüm... Kaybetmiştim...
Yatağıma uzandım... Hıçkırarak ağlamaya başladım... Hıçkırarak ağlayabildiğime sevindim... Yatağıma uzandığım için sevindim...
Peki, bana kurşun menzilinden çıktık diyen arkadaşımız kimdi? O nasıldı? O kız öğrencinin dizlerindeki kurşun delikleri derin miydi?
Bombanın düştüğü yerde açılan çukur gerçekten o kadar büyük müydü?
Akşam haberlerinde televizyonda uzun uzun olay hakkında bilgiler verildi... Yaralı listeleri açıklandı... Alpaslan Türkeş, açıklamasında olayı iki sol grup arasındaki çatışma diye yorumladı!!!!
Orada eli silahlı kişiler Rektörlük binasından bomba atarken, kurşun sıkarken onlara niye müdahale edilmediğini, polis ve panzerlerin olay olur olmaz nasıl Üniversiteye bu kadar hızla gelip, etrafımızı çevirebildiklerini, bize silah çeken saldırganların nasıl olup da minibüse binip okuldan rahatlıkla kaçabildikleri, kaçanlara değil de; onların peşinden koşan öğrencilere müdahale edildiği gibi birçok sorunun yanıtını bulamadım/ bulamadık.
Bir kaç gün sonra kafeteryada olay anında meydanda bulunan kayıp eşyalar sergilenmeye başladı... Eldivenimin teki; üzerinden geçen ayak izleri ve küçük serçe parmağına bulaşmış bir kaç damla kan ile parçalanmış kitaplar, çantalar arasında duruyordu.

11 Aralık'ta İbrahim'in ölüm haberi geldi. Hayatımda ilk kez Antalya'ya yola çıkmıştım. ODTÜ'den kalkan otobüste, okumak için geldiği Üniversiteden onu tanıyan tanımayan arkadaşları hep birlikte bu kez cenazesini götürüyorduk... O seyahat ile ilgili aklımda kalan tek görüntü, mezarlıktı. Ne Antalya'yı ne de denizi anımsamıyorum.
 
Aradan yıllar geçti... Okulu bitirip işe  başladığımda çalıştığım bankanın eğitim seminerleri için gittiğim İstanbul Bayramoğlu'ndaki eğitim tesisinde yeni tanıştığım, Antalya Şubesi'nden gelen  oda arkadaşıma ODTÜ de öğrenci iken 2 Aralık’ta yaralanıp, daha sonra hayatını kaybeden halasının oğlunun  ölüme nasıl gittiğini anlatıyordum.
(Geçtiğimiz yıl düzenlenen mezunlar gününde 12 yaşındaki oğluma  bombanın atıldığı alanı gezdirip 2 Aralık anıtını anlatırken, oradaki 9 çubuktan oluşan anıtın dokuz aylık boykotu simgelediğini, üzerinde Musa Saygı'ya (Psc 83) ait olan şiirin dokuz ayık boykotun anısına yazıldığını ve biraz ilerideki makilerin de aslında bombanın açtığı çukura dikildiğini; ODTÜ'lülerin o pencerelerden bir daha öğrencilere ve Üniversiteye zarar verecek hiçbir düşüncenin silahlarını kullanmasına izin vermediğini anlattım.  Ben o gün korkuyu gece yatağıma yattığımda, titreyerek yorganıma sarıldığımda yaşadım diyemedim)
Bu acı olaydan sonra, öğrenime devam etmeye başladık. Hazırlık bitmiş ve bölümlerimize geçmiştik. 30 Ocak’ta,  Matematik amfisindeki dersime girmek üzere iken, Hazırlıktan tanıdığım Sinan ile karşılaştım. O, Elektrik Mühendisliği’nde okuduğundan, Hazırlıktan sonra çok uzun süre görüşememiştik. Selamlaştık ve amfinin önündeki radyatörün üzerine oturup birer çay içtik. İçerden yeni çıkmıştı. Saçları bu yüzden çok kısa kesilmişti. Evlerinin bulunduğu sokakta, okul servisinden inip eve giderken, az önce duvara yazı yazan gruptan olduğu iddiası ile gözaltına alınmıştı. Bu nedenle üç aydır okula gelemediğini söyledi. Birbirimize iyi dersler dileyip ayrıldık.
Akşam yurtlara gelen bir haber ile Sinan adlı bir öğrencinin Aşağı Ayrancı da öldürüldüğü haberi geldi. İlk başlarda başka bir Sinan olduğunu düşündüm. Açıkçası öğleyin görüştüğüm Sinan'ın ölmüş olabileceği hiç aklıma gelmiyordu. Öldürülen kişi yine duvara yazı yazdığı gerekçesi ile vurulmuştu. Oysa benim tanıdığım Sinan, bu gerekçe ile üç ay gözaltına alınmıştı, vurulmamıştı ki. Ama gecenin ilerleyen saatlerinde olayın tüm ayrıntıları da  netleşmeye başladı. Öldürülen Sinan Suner'di. MHP'li  Bakan’ın koruması tarafından vurulmuştu. Yaralı olarak arabaya alınmış ve uzun süre arabada dolaştırılıp kan kaybından ölmek üzere iken, Hacettepe Hastanesi’nin acil servisinin kapısına adeta atılmıştı.   Benim için yine inanamadığım bir erken ölüm. 
Ertesi gün Ankara da yapılan protesto gösterisi ise genç bir liselinin idamına giden süreci başlatacaktı. Erdal Eren bu gösteri sırasında bir eri öldürdüğü gerekçesi ile tutuklandı. Ardından, üzerine şiirler, şarkılar yazılan ve bir dönemin haksızlıklarının simgesi haline gelen idam cezasının  yaşandığı süreçten  bana kalan  bir kaç saat önce içilen çayın buruk tadı ve “ne zamandır görüşemiyoruz, nasılsın?” “Hayırdır, yoksa içerden yeni mi çıktın? Saçlarının neden bu kadar kısa?” sorularıydı...
Oğlunun ölümünü protesto eden bir gencin ölüme gittiği süreçte, Sinan'ın annesini düşünmüşümdür... Bir de Erdal'ın annesini... İki erken ölüm ve iki anne... Her ikisi de kendi acılarıyla birbirlerinin acılarını birleştirdiler... Hep merak etmişimdir, hiç  bir araya gelip, birbirini hiç tanımayan oğullarının çocukluklarını, anne diyerek koşup boyunlarına sarılmalarını anlattılar mı acaba? Onların en sevdikleri yemekleri bir daha pişirip sofraya koyabildiler mi? Biri Ocak'ta diğeri Aralık’ta kaybedilen evlatlarını düşünüp, her seferinde yeni bir yılı karşılamanın hüznünü anlatabildiler mi?
İlkiz Kucur

Cumhuriyet Çınarı

Sayı: 180, Tarih: Aralık 2008
Image

20.6. 1914 de Bursa'da dünyaya gelen  Muazzez İlmiye Çığ, Bursa Kız Öğretmen Okulu'nu bitirdikten sonra 4,5 yıl Eskişehir’de ilkokul öğretmeni olarak çalışmıştır. Üniversite öğrenimi yapmaya karar verip, bir kız arkadaşı ile Ankara'ya geldiklerinde rastlantılar onu DTCF Hititoloji Bölümüne getirmiştir. 1936’da kaydolduğu bu bölümde Nazi baskısından kaçan çok değerli bilim adamları ile tanışma frsatını yakalayacaktır. O dönemde Atatürk Türkiye'sine sığınan  Prof. Dr. Hans Gustav Gülerbock'dan Hitit Dili ve Kültürü, Prof. Dr. Benno Landsberger'den Sümer ve Akkad Dilleri ve Mezopotamya Kültürü üzerine dersler aldı. 1941 de İstanbul Eski Şark Eserleri Müzesi Çiviyazılı Belgeler Arşivine  atandı. Başlangıçta Dr. F. Kraus ve yakın arkadaşı Hatice Kızılyay ile çalışarak İstanbul Arkeoloji Müzesi’ni dünyanın önde gelen müzeleri gibi, Eski Ön Asya  dilleri araştırma merkezi haline getirdi. Herbiri Sümeroloji literatürüne geçecek  yayınlar yaptı. 20’ye yakın kitabı ve 100’ü aşkın bilimsel makalesi ile Türkiye'nin en önemli yüzaklarındandır.  74 bin çiviyazılı belge üzerinde 33 yıl çalıştıktan sonra, 1972 yılında emekli oldu. Bir yazısında babasının ona İlmiye adını verdiğini belirttir. Bir bilim insanı olacağı, doğduğu gün ona verilen isimle belgelenmiştir. Örnek bir bilim insanı, dünyanın en önemli Sümerolog’larından olmasının yanında, en önemli niteliklerinden biri de bir Cumhuriyet ve Atatürk sevdalısı aydın Türk kadını olmasıdır. Bilgilerini ve bildiklerini paylaşmaya bu denli istekli bir bilim insanı olarak en büyük övünç kaynaklarımızdan biridir.
 
Yayınladığı kitaplarından en önemlileri Zaman Tünelin’de Sümer'e Yolculuk , Kur'an İncil ve Tevrat'ın Sümer'deki Kökeni , Sümerli Ludingirra , İbrahim Peygamber , İnanna'nın Aşkı  Gilgameş , Hititler Hattuşa_İştar'ın Kaleminden, Orta Doğu Uygarlık Mirası , Ortadoğu Uygarlık Mirası 2 , Sümer Hayvan Masalları, Bereket Kültü ve Mabet Fahişeliği, Vatandaşlık Tepkilerim, Atatürk Düşünüyor, Sümerde Tufan Tufanda Türkler (2008). Ayrıca S.N.Kramer'in Tarih Sümer'de Başlar (TTK Yayınları) adlı kitabının çevirisini de yapmıştır.  

Muazzez İlmiye Çığ Hocamızla buluşmamız...
Bu değerli bilim insanımızla tanışmak ve bizim için özel olarak yapacağı söyleşisini izlemek üzere Sultanahmet'e çıkan tüm yolların kapalı olduğu (Avrasya maraton’u nedeniyle)bir Pazar gününde  İstanbul Arkeoloji Müzesi Yıldız Salonuna toplandık. Hepimiz çok heyecanlı idik. Uzun zamandır bu anı yaşamayı bekleyen grup önce çok değerli hocamız ile birlikte resim çektirdik ve onu kürsüye davet ettik.
Muazzez İlmiye Çığ öncelikle  gençlik yllarında DTCF ile ilk tanışmasını, DTCF'nin ilk kuruluş yıllarını, Atatürk'ün yakın ilgi ve takibini, Türklerin tarihinin incelenebilmesi için ilişkide olduğumuz diğer ulusların dillerinin de öğrenilmesi amacıyla DTCF de açılan bölümleri anlattı. Almanya'dan gelip sığınan çok değerli bilim insanlarının fakültelerine yaptığı katkıyı; Atatürk'ün bu bilim insanlarına başlangıçta birer çevirmen verdiğini, ancak iki yıl içerisinde Türkçe öğrenmelerini istediğini de iletti.  Muazzez İlmiye Çığ, aldığı eğitim sonucunda, okulu bitirip İstanbul'a gelir ve Dr F.Kraus ile  Eski Şark Eserleri Müzesindeki çiviyazılı tabletler konusunda çalışmaya başlar. Kazıdan çıktıkları durumda gazete kağıtlarına sarılı binlerce tablet laboratuvarlarda temizlenir, tasniflenir... Tarihin tozlu derinliklerinden gelen  binlerce tablet, yavaş yavaş değerli uzmanımızın katkıları ile gün ışığına çıkmaya başlar... Ludingira'dan İnanna'ya, İştar'dan Nanna'ya, Hattuşa'dan Kanişe birçok bilinmeyeni, akıcı Türkçesi ile bize yine ve yeniden tanıtır Muazzez İlmiye Çığ.

Emekliliğinin üzerinden yıllar geçse de o çalışma ve araştırmalarına aralıksız devam eder... Atatürk'ün Sümerler'in Türk olduğu konusundaki savının doğru olabileceği düşüncesinin  heyecanıyla,  son yıllarda ulaştığı bilgileri araştırmaları ile derinleştirip, yorumlayacak ve son kitabını yayınlayacaktır. “Sümerlerlilerde Tufan; Tufan’da Türkler”.

Bizler bu güzel söyleşi dolayısı ile adeta mutluluk sarhoşluğu içerisinde, Ankara'ya dönerken; Kasım ayı içerisinde kendisinin Ankara'ya geleceğini öğrendik. Büyük bir sevinçle derneğimize davet ettik...
……………..
16 Kasım Pazar günü Cumhuriyet Çınarımızı  ağırlamanın telaşı ve heyecanı içindeyiz.Etkinlikler Komitesi üyesi Funda Demirel ve Arkeoloji Etkinliklerinin en genç üyesi Umut Taşdelen eşliğinde salona girdiğinde ayakta alkışlayarak karşılıyoruz.
Toplantıyı yönlendiren DTCF öğretim üyesi Doç.Dr.Tunç Sipahi’nin tablet nedir sorusu ile bildiklerini  paylaşmaya başlıyor.Yıllarını verdiği bu konuda anlatacak çok şeyi var.
Pul büyüklüğünde ki tabletlere  sığdırılmış  yazılardan, koyun türlerine,tapınaklara giren malzemelerin listelerinin günlük, haftalık ve aylık  toplanmasını heyecanla aktarıyor.İlk aşk şiirleri,eğitim ile ilgili konular,yasalar,sihir büyü,tıp,eczacılık  Sümerler’den kalan ne çok bilgi var….
Tanrıça kavramının toplumsal öneminin ;Sami Kavimlerinin etkisi ile yerini tanrı kavramına bıraktığını; .
Anadolu’da ki gibi Sümerler ‘de de cezalandırıcı değil;sevgi temelinde  tanrı anlayışının hakim olduğunu belirtiyor 
Arada yaptığı espirilerle bizleri güldüren  konuğumuz kadının örtünmesi ile ilgili de  hakkında açılan davaya gönderme yapmayı  unutmuyor.
Hiçbir sözcüğünü,yüzündeki hiçbir mimiği kaçırmak istemiyoruz.Ellerini,ince ve zarif parmaklarının hareketlerini izlerken onun akıcı anlatımı ile  öğrettiklerinin keyfini çıkarıyoruz.
Bize okumak üzere getirdiği iki şiirin yazılı olduğu kağıtları bulamayınca ; üzüldüğü için  üzülüyor ve  teselli etmek istiyoruz…Çünkü  o şimdi Vişnelik’te bir  kraliçe…Anadolu’lu İştar gibi ,Kibele gibi ana tanrıçamız…
Tunç Hoca’ya hadi  sor diyerek;susmak istemediğini belirtiyor.
Islah edilmemiş ilk buğdayın Türkmenistan’da bulunduğunu ;göçebe olduğu için aşağılanan Türk’lerin çadırlarda yarattıkları yaşam kalitesine batının çok geç ulaşabildiğinin altını çiziyor.
Verilen  arada ise  kitaplarını  imzalayarak; kitaplıklarımıza birer inci tanesi armağan ediyor.
Konuşmasının sonuna doğru ise bizlere uyarıları var.Gizli açılan Kur’an Kursların da Cumhuriyet  değerlerimize aykırı gençler yetiştirildiğini ; bunun üzerinde önemle durmanın hepimizin görevi olduğunu belirtiyor.
Toplantıyı onu daha fazla yormamak için bitirmek istedik…(Kaniş’i anlatamadığı için bize sitem etse de  )
Derneğimiz YK.Üyesi  Burçin Büyükpamukçu. teşekkür  plaketini sunarken ; adına dernek bahçesinde bir çınar dikildiğini söylediğinde, Muazzez İlmiye Çığ’ın gözlerindeki sevinci ve heyecanı tarif etmek olası değildi.Aldığı en anlamlı armağan olduğunu belirtirken bizler de ayağa kalkmış alkışlarımızla ona  ve çınarı dikenlere teşekkürlerimizi sunuyorduk…
Onuruna verilen yemekten sonra çınarını gösterdik…Bir duygu fırtınası da orada yaşandı…
Sümer Kraliçemizi yolcu ederken sanki çok yakınımızı yolcu ediyorduk…En kısa sürede görüşmek umuduyla….Sevgiyle…Hayranlıkla ve en önemlisi bize verdiği enerji ve coşkuyla adını bir Anadolu geleneğine  uyarak  çınara verdiğimiz Sayın Muazzez İlmiye 

Bu Dünyadan Bir Cengiz Aytmatov Geçti

Sayı: 176, Tarih: Ağustos, 2008
Image
Image

Bu Dünyadan Bir Cengiz Aytmatov Geçti

Cengiz Aytmatov, 1928 yılında Kırgızistan'ın başkenti Bişkek yakınlarındaki Şeker Köyünde dünyaya gelir. Henüz 10 yaşına gelmeden o dönemin Sovyet iktidarına muhalif olan babası kaybolur. Sözcüğün gerçek anlamı ile kaybolan babasının kemikleri 1991 yılında tespit edilen bir toplu mezarda, yapılan DNA testi sonucu bulunacaktır. Muhalif bir babanın çocuğu olarak, yaşamı çok ağır koşullar ve zorluklar altında geçmiş; okul hayatında çok ciddi ekonomik ve toplumsal sıkıntılarla baş etmek zorunda kalmıştır.

Çocukluğunun geçtiği köylerdeki halk kültürünün ürünleri Cengiz Aytmatov'un gelişiminde onu besleyen en belirgin damarlardır. Babaannesinden dinlediği efsaneler, masallar ruhunu sarıp sarmalayacaktı. Çocukluğu çalışarak ve eğitimini tamamlama çabaları ile geçer. 1953 yılınca veteriner olarak mezun olur. Pravda'da ilk eser 1952 yılında yayınlanır Öykülerini yazarken aynı zamanda da Gorki Edebiyat Enstitüsü'ne devam etmeye başlamıştır. 1958'de “Cemile” yayınlanır, Aragon tarafından "dünyanın en güzel aşk hikâyesi" olarak tanımlanan ve dünya edebiyat çevrelerine tanıtılan kitapla birlikte Cengiz Aytmatov'un adı ülkesinin sınırlarını aşmıştır. Aynı yıl Moskova Üniversitesi Edebiyat Fakültesine girer ve SSCB Yazarlar Birliğine kabul edilir ve muhalif damgası Sovyet iktidarında üstünden kalkar. Böylece çocukluğundan beri yaşadığı sıkıntılar da sona erecektir.

Aytmatov 1963 yılında “Steplerden ve Dağlardan Hikâyeler” kitabı ile Lenin Edebiyat Ödülü'nü kazanmıştır; Selvi Boylum Al Yazmalım, Deve Gözü, Cemile. İlk Öğretmen öykülerinin yer aldığı bu kitabın yayınlanmasından sonra, 1968 yılında Büyük Sovyet Edebiyat Ödülü'nü kazanır. 1980 ve 1983 yıllarında bu ödülü iki kez daha kazanacaktır.

"Kırgızistan Milli Yazarı" olarak da taçlandırılan Aytmatov, milletvekilliği yapmış, Kırgızistan'ın, Benelux Devletleri ve Fransız Büyükelçiliği, Avrupa Birliği, Unesco Delegeliği görevlerini de üstlenmiştir

10.6.2008'de Almanya'nın Nürnberg kentinde yaşamını yitirdi. 16.6.2008 ‘de Bişkek’e 20 km uzaklıktaki; babası Toleykul Aytmatov'un da bulunduğu Ata-Beyit Mezarlığı'na defnedildiğinde; dünya büyük bir yazarını kaybetmenin hüznünü yaşıyordu Tıpkı onun arkasından gözyaşlarını tutamayan binlerce Kırgız gibi... Aytmatov'un dünyanın en büyük yazarlarından biri olmasında, yazımızın başında belirttiğimiz gibi yaşadığı toplumun kültürel zenginliğinin payı tartışılmazdır Yüzyılların ötesinden gürül gürül akıp gelen halk kültürünün, destanlarının, masallarının, türkülerinin, şiirlerinin bir durağıdır Cengiz Aytmatov. Cengiz Aytmatov ait olduğu kültürün damıtıcısıdır... insanına yabancılaşmadan, evrenseli yakalamanın, geçmişten kopmadan güne ulaşmanın ustası

Cengiz Aytmatov, önce yereli, kendi insanını benimseyip; geleceğe, yaşadığı toplumun değerlerine sahip çıkarak uzanacaktır. Yerelliği korumadan evrensele ulaşılamayacağına inanır. Eserlerinde mitolojiye ilgisi antik bir yaklaşıma olan yakınlıktan öte çağdaş bir yorumlama olarak tanımlanabilir. Ya da mitolojiyi şimdiki zamanda yeniden tanımlamak da diyebiliriz. En sevdiği yazarın Yaşar Kemal olduğunu söylemiştir. 80'incı yaşını İstanbul ‘da dostları ile kutlamak istemişse de ölüm onun bu isteğini yerine getirmesine izin vermedi ne yazık ki.

Bizlere bıraktığı onca güzel eserlerinden bazıları, “Cemile”, “Toprak Ana”, “Beyaz Gemi”, senaryolaştırılarak Türk Sinemasında unutulmazları arasına giren “Selvi Boylum Al Yazmalım”, “Elveda Gülsarı” yı anımsatarak Cengiz Aytmatov'a Zülfü Livaneli 'nin deyimi ile güle güle “Cengiz Aga” diyoruz...

Cengiz Aytmatov'u biz çok sevdik Çünkü "dörtnala geldiğimiz uzak asyadaki" köyümüzdendi, ovamızdandı, obamızdandı... O bizdendi.

Nazım Hikmet'in, Yaşar Kemal'in kanındandı Güle güle Cengiz Ağa, güle güle... Anadolu dan selam olsun sana.
 
İlkiz KUCUR TAŞDELEN (SOC'83)
Temmuz - Ağustos 2008