Bacıyân-ı Rûm
Image
Dünyanın Bilinen En Eski Kadın Sivil Toplum Örgütü Bacıyân-ı Rûm (Anadolu Bacıları)!

Dünyanın bilinen ilk kadın sivil toplum örgütünün 13. yüzyılda Anadolu’da kadınların kurdukları Bacıyân-ı Rûm olduğu söylenir. Bu dönemde Anadolu’ya Rum diyarı denmesinden dolayı günümüz Türkçesindeki anlamı Anadolu Bacılarıdır. Kurucusu da Ahi Evren’in eşi Fatma Bacı ya da Kadıncık Ana’dır.

Şimdi o yılların Anadolu topraklarına kısa bir yolculuk yapalım.

Anadolu, Selçuklu Devleti 1. Alâeddin Keykubad yönetiminde içeride istikrarı sağlamak, öte yandan da komşu devletlerle olan ticari ilişkilerde yaşanan sorunları çözmeye çalışmaktadır. Sultan Alâeddin Keykubad ülkedeki refah ve istikrarı güçlendirmek amacı ile bilim ve sanatın gelişmesine destek olur. Bu süreçte Anadolu kapılarını dönemin önemli bilim insanları ve düşünürlerine açar. İbnü’l Arabi, Mevlânâ’nın babası Bahaeddin Veled, Abdüllatif el-Bağdadi, Kirmânî ve Ahi Evren ilk akla gelen düşünür ve bilim insanlarıdır.

Şeyhlerin şeyhi olarak kabul edilen Şeyh Evhadüddin Hamid el-Kirmânî, Fütüvvetçiliği yaygınlaştırmak amacı ile Anadolu’ya gelmiş, Kayseri’ye yerleşmiştir. Fütüvvetçilik kelime anlamı olarak kardeşlik, dayanışma, yiğitlik cömertlik anlamına gelmektedir. Aynı yıllarda Bağdat’tan gelen Ahi Evren de hocası Kirmânî gibi Kayseri’ye yerleşir. Ahilik teşkilatını ilk olarak burada hayata geçirir. Tam adı Ahi Evren Şeyh Hace Nasiru’d-din Mahmud’dur. Ahilik teşkilatı köklerini Fütüvvet anlayışından alsa da Kirmânî’nin kurucusu olduğu Fütüvvet tarikatında ticari bir birlik ve dayanışma yoktur.

Bu teşkilat Selçuklular döneminin en önemli meslek örgütüdür. Öyle ki Osmanlıların ilk yıllarında da Ahilerin çok önemli bir işlevi olduğu bilinmektedir. Ahiler arasında kadınlar, sanatçılar, zanaatkârlar, bilim adamları da bulunmaktadır.

Ahilik teşkilatı ile ilgili ilk bilgileri İbn Battuta ve Âşıkpaşazâde’nin seyahatnamelerinde görürüz. Ahilik teşkilatı bir meslek örgütü olarak üyeleri arasında dayanışmayı ve yardımlaşmayı ilke edinirken aynı zamanda zorbalığa karşı verdikleri mücadele ile de dönemin toplumsal bilincinin ve demokrasinin gelişmesinin önemli yapı taşlarından birisidir.

Ahilik teşkilatının yapısı ve kuralları ile ilgili bilgilerin yazılı olduğu fütüvvetnâmelerden öğrendiğimize göre Ahilik teşkilatı kendi içerisinde hiyerarşik bir düzene sahiptir. Ancak bu yapıların bulundukları bölgenin koşullarına göre farklılık içerdiği de dikkatten kaçırılmamalıdır.

Fuat Köprülü’nün incelemelerinden anlıyoruz ki yoldaşlık kültürü ve kendi içlerinde değişik derecelere geçerken uyulması gereken kurallar bulunmaktadır. Ahilik ile ilgili en önemli konulardan birisi de Bektaşilik ve Aleviliğin ritüelleri ile bu teşkilatın ritüellerinin benzerliğidir. Bu nedenle 14. yüzyıla gelindiğinde Ahiler artık Bektaşi adı ile anılacak ve kendilerini Hacı Bektaşi Veli öğretisine bağlayacaktır. Böylece Müslüman topraklarda doğan fütüvvet hareketi göçer Türkmenlerin yeni geldikleri Anadolu topraklarında yerleşik topluma geçişlerine uyum sağlamalarına yardımcı olmuştur.

Bu geçiş elbette kolay değildir. Kadın erkek birlikte hareket eden göçerler yerleşik hayatta da bu alışkanlıklarını sürdürmüşlerdir.

Şimdi 1200lere geri dönelim;

Kirmânî, Kayseri’ye yerleşir ve esir pazarından aldığı bir cariye ile evlenir. Bu evlilikten iki kızı olur. Yaramaz, söz dinlemeyen, küçük kızı Fatma Bacı’yı evlilik yaşına geldiğinde en sevdiği talebesi olan Ahi Evren ile evlendirir.

Ahi Evren yaklaşık 800 yıl önce bugünün organize sanayi bölgelerinin bir benzerinin kurulmasına öncülük ederek değişik iş kollarını bir araya getirmiştir. Dericilikten dokumacılığa kadar farklı meslek grupları kendi içlerinde mesleklerini geliştirmek için ortak kurallara uyarken aynı zamanda birbirleri ile de dayanışmaktadır.

Kayseri’de kurulan bu merkezde kadınlar da kendi örgütlerini kurmuşlardır; Bacıyân-ı Rûm. Fatma Bacı önderliğinde kadınlar; örgü, halı kilim ve kumaş dokumacılığı yaparken aynı zamanda okuma yazma, silah kullanma, ata binme, misafir ağırlama gibi farklı alanlarda da eğitim almaktadırlar. Ustalar mesleğe yeni başlayanları eğitmekte, dürüst ve mesleğin gereklerini bilen yeni ustalar yetiştirmektedir.

Onların erkekler ile birlikte çalışmaları, akşamları birlikte sohbet edip semah dönmelerinden rahatsız olanlar da bir yandan haklarında gerçek dışı söylentileri yaymaktadır. İslam’a uygun bulmadıkları bu yaşama biçimi onlar için kabul edilemezdir. Oysa göçer kültürünü yerleşik yaşama uyarlarken kadın erkek bir arada yaşamaya devam eden Türkmenler “yârin yanağından gayri her yerde her şeyde hep beraber” demeye devam ediyorlardı. Bugün çayda çıra olarak bildiğimiz halk oyunu akşamları yapılan bu sohbetler sırasında kadın erkek birlikte oynanan danslardan günümüze taşınmıştır.

Yeniçerilerin başlarına giydikleri Akbörk (bükme elif taç) bu örgütün ürettiği tarihi belgelerde bulunmaktadır. Ayrıca dokudukları halı ve kilimler de İstanbul’a ve farklı Hristiyan yerleşim yerlerine gönderilmektedir. Bugün Anadolu’daki pek çok halı ve kilim deseninin köklerinin bu bacılara dayandığını söyleyebiliriz.

Dokumacılık ve örgü dışında Bacıyân-ı Rûm üyelerine verilen eğitimlerden birisi de misafir ağırlamadır. Anadolu’ya yoğun olarak göçlerin olduğu bu dönemde gelen kişilerin barınması, göçün yarattığı toplumsal sorunlara çözüm bulma konusunda ahilerin çabaları göz ardı edilemez. Türkmenlerin bu göçler sırasında yeni geldikleri topraklara uyum sağlaması, kısa süreli de olsa barınma sorunlarının çözülmesi için ahilere ait tekke ve zaviyeler çok önemli bir işlev üstlenmiştir.

Rivayet odur ki yine böyle bir günde gelen konuklara sofra hazırlayıp yemek pişirirken Fatma Bacı’ya o sırada Hacı Baktaş’ın Anadolu’ya geldiği malum olur. Hacı Bektaş’ın Anadolu’ya ilk gelişinde Ahilere ait bir misafirhanede konakladığını yine Vilâyet-nâme’den öğreniyoruz. Ayrıca, Kirmânî’nin, Menakib-i Evhadeddin-i Kirmânî adlı eserinde verdiği en önemli öğütlerden birisi de yolcu ve kimsesizlerin yedirilip içilmesi ve barındırılmasıdır.

Bacı Teşkilatı’nın bir diğer faaliyet alanı da askeri eğitimlerdir.

İslamiyet’in kabulünden önce kadınlar at binme ve savaş teknikleri konusunda ustalaşmıştır. Kadınlar bu becerilerini Bacıyân-ı Rûm örgütünde genç kızlara aktarmaya devam ederler.

Özellikle Moğolların Kayseri’yi kuşattıkları dönemde bacılar, erkek ahiler ile birlikte kenti savunmak için kahramanca savaşmışlardır. Dulkadiroğulları Beyliği’nin binlerce kadın askerden oluşan birliklere sahip olduğu Âşıkpaşazâde’nin kitabında anlatılmaktadır.

Bacıyân-ı Rûm örgütü görüldüğü üzere sadece bir meslek örgütü olmanın çok ötesindedir. Yukarıda saydığım işlevlerinin yanında bir tarikatın olmazsa olmazlarından olan dini ve tasavvufi bilgilerin aktarılmasına da büyük önem verilir. Elbette yine onların şeyhi olarak kabul edilen Fatma Bacı yol göstericileridir. Kadın erkek birlikte yapılan bu aktivitelere öncelikle Fatma Bacı’nın babası Kirmânî büyük önem verir.

Image

Bacı Teşkilatı’nın bir diğer faaliyet alanı da askeri eğitimlerdir.

İslamiyet’in kabulünden önce kadınlar at binme ve savaş teknikleri konusunda ustalaşmıştır. Kadınlar bu becerilerini Bacıyân-ı Rûm örgütünde genç kızlara aktarmaya devam ederler.

Özellikle Moğolların Kayseri’yi kuşattıkları dönemde bacılar, erkek ahiler ile birlikte kenti savunmak için kahramanca savaşmışlardır. Dulkadiroğulları Beyliği’nin binlerce kadın askerden oluşan birliklere sahip olduğu Âşıkpaşazâde’nin kitabında anlatılmaktadır.

Bacıyân-ı Rûm örgütü görüldüğü üzere sadece bir meslek örgütü olmanın çok ötesindedir. Yukarıda saydığım işlevlerinin yanında bir tarikatın olmazsa olmazlarından olan dini ve tasavvufi bilgilerin aktarılmasına da büyük önem verilir. Elbette yine onların şeyhi olarak kabul edilen Fatma Bacı yol göstericileridir. Kadın erkek birlikte yapılan bu aktivitelere öncelikle Fatma Bacı’nın babası Kirmânî büyük önem verir.

Sevgi Soysal: ”Hayatı sevdim. İnsanları sevdim. Ama yenildim…”
Image
Denizli Öğretmen Okulunda öğrenciydim. Cumhuriyet Gazetesi’nde çıkan haberde Sevgi Soysal’ın Londra’da devam eden tedavisi hakkında bilgi ile birlikte ona yazmak isteyenler için kaldığı adreste verilmişti. Haberi okuduktan sonra Sevgi Soysal’a mektup yazdım.16-17 yaşlarında bir genç kız olarak neler yazdığımı şimdi anımsamıyorum. Büyük olasılıkla yeni okuyup bitirdiğim Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’ndan söz etmişimdir. İyileşeceğine olan inancımı eklemişimdir. Mektubu zarfa koyduğumu, adresi yazdığımı ve zarfı postalamak üzere çalışma masama bıraktığımı anımsıyorum.

Ama o mektup postalanamadı ne yazık ki! Ertesi gün gazetede ölüm haberini okudum. Zarf elimde kalmıştı. Aylardan kasım; 22 Kasım 1976. Demek ki aradan koskoca kırk bir yıl geçmiş. Sevgi Soysal olmadan kırk bir yıl!

Uzun süre açılmadan bekledi o zarf.

Aramızdan erkenden ayrılan Sevgi Soysal’ın annesi Aliye Hanım bu adı sonradan almıştır. Bir Alman olarak dünyaya geldiğinde ona verilen ad Annelese Rupp’tur. Ülkesine mimarlık ve şehir planlaması eğitimi almak üzere gelen Selanik göçmeni bir ailenin oğlu Mithat Bey ile Stuttgart ‘ta tanışırlar. Aralarında filizlenen aşk Annelese’ye Alman vatandaşlığını ve dinini bıraktıracak kadar büyüktür. Müslüman olunca Annelese Rupp Müslümanlığı kabul edip Aliye adını alır. Anne ve babasının aşkları, Almanya’da yaşadıkları sıkıntıları Sevgi Soysal’ın Tante Rosa adlı öyküsünde okuruz.

Almanya’dan döndüklerinde önce İstanbul’a ardından da Sevgi Soysal’ın neredeyse tüm yaşamını geçireceği Ankara’ya taşınırlar.

Şiiri, sanatı ve müziği çok seven annesi Türkçeyi çok geç öğrenir. Evde çocukları ile Almanca konuşur. Sevgi Soysal edebiyat, müzik ve dansa olan düşkünlüğünü ve ileriki yıllarda yapacağı çevirmenliği annesine borçludur.

Image

Ortaokul ve Liseyi Ankara Kız Lisesinde okur. Biz onun neredeyse tüm kitaplarında aslında o yılların Ankara’sının izlerini süreriz. Ailenin 1938 yılında Ankara’ya taşınması ile birlikte başlayacak bir yazarın yetişme sürecinin bu izlerini kimi zaman Yenişehir’de Bir Öğle Vakti, kimi zaman Yürümek ya da Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu ve diğer kitaplarında anlatır.

Çocukluğundan başlayarak tüm yaşamı boyunca “bırakmayı” bilen, başaran bir kadın olacaktır Liseden sonra DTCF Arkeoloji Bölümünde okumaya başlar. İlk aşkı ve eşi olan Özdemir Nutku ile burada tanışır. Üniversite öğrenciliği sırasında Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nde adından çokça söz edilen ve o yıllarda Ankara’da yaşayanların buluşma noktası olarak Piknik’te edebiyat sohbetlerine Özdemir Nutku ile birlikte katılmaktadır.

Değişim dergisinde ilk öyküsü yayınlanır. İlk kitabı 1962 yılında basılır: Tutkulu Perçem. Kitabın kapağını Başar Sabuncu hazırlamıştır. Bu aynı zamanda Başar Sabuncu ile Sevgi Soysal’ın yakınlaşmalarına da neden olacaktır. Sevgi Soysal Ankara Meydan Sahnesi’nin genç oyuncularından Başar Sabuncu ile birlikte olmaya başlar ve Özdemir Nutku’dan ayrılır, Başar Sabuncu ile evlenir. O yılların eserlerindeki yansımasını Yürümek adlı romanını okuyanlar fark edeceklerdir.

Bu arada TRT’de çalışmaya başlamıştır. Mümtaz Soysal ile röportaj yapmak üzere Siyasal Bilgiler Fakültesine gider. Bu röportaj bir evliliğin bitişi yeni bir aşkın başlangıcı olacaktır. Bu kez Sabuncu soyadını bırakır Sevgi Soysal. Yenen soyadıyla birlikte çıktığı yeni yolculuğun yol arkadaşı Mümtaz Soysal’dır artık. 1971’lerin Türkiye’sinde bu aşk sürerken 12 Mart darbesinin kara bulutları ülkenin üzerine çöreklenmiştir. Ölümler, işgaller, direnişler, çatışmalar arasında yaşanan aşkın kahramanlarından Mümtaz Soysal tutuklanmıştır. Görüş günlerinin birinde alınan karar ile cezaevinde evlenirler. Kısa süre sonra da Sevgi Soysal, Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’na alınacaktır.

Image

Koğuş arkadaşları arasında tanıdık isimler de vardır. Birlikte tutuklandıkları Ela Gültekin, Reşat Nuri Gültekin’in kızıdır. Oya Baydar, Behice Boran’da koğuş arkadaşıdır. Yıldırım Bölge Kadınlar koğuşundaki ilk misafirliğinden(!) sonra bu kez yeniden koğuşa geri döner. O koğuşa döndüğünde ise kocası tahliye olmuştur. Şimdi de Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu’nun çevresinde eşini görme umuduyla Mümtaz Soysal dolaşır. 1972 yılında cezasını tamamlamak üzere Adana’ya sürgüne gönderilir. Sürgün bitişi yeniden Ankara…

Yazmaya devam eder. En yakın dostlarından biri, o yıllarda Bilgi Yayınevinde çalışmakta olan Attilâ İlhan’dır. 1975 yılında göğsünde fark ettiği kitle nedeniyle hastaneye gider. Tedavi süreci başlamıştır. Londra’da tedavisinin daha iyi olacağı düşüncesi ile İngiltere’ye gidilir. Başta umutları canlandırsa da hastalığı ilerler, ağrılar dayanılmaz olur. Türkiye’ye dönmeye karar verirler ve döndükten bir gün sonra yani 22 Kasım 1976 da Sevgi Soysal bu kez hayatı bırakır.

Image

Oysa hastalığı nedeniyle yazılarına ara verdiği Politika gazetesine uğradığı 31 Mayıs’ta kızı Defne annesine sarılıp göğsüne sokulduğunda dostlarına şöyle demişti: ”Hayatı sevdim. İnsanları sevdim. Ama yenildim. Şimdi ölümü bekleyen biri olmak istemiyorum. Bu bana ters geliyor işte.”

Adalet Ağaoğlu’nun 1984 yılında Sanat Olayı Dergisi’nin 21. sayısında anlattığı Sevgi,” Ankara’nın en şen ve en renkli yazarı”dır. Şöyle devam eder yazısına: “Tam tamına hayattaki bir modele bakarak romanlarına kişi seçenler varmış. Buna aklım yatmıyor. Ama böyle bir şey yapmaya kalksam, hayattan seçeceğim modellerden biri, belki de başlıcası Sevgi olurdu. Çok renkli, karmaşık; neşeli ve hüzünlü; şeytan ve melek; çocuk ve büyük; olgun ve çocuk; düşçü ve gerçekçi; gırgır ve ciddi; dürüst ve yalancı; çekinik ve dobra dobra; utangaç ve cesur; işte bütün bu karşıtlıkları kendinde toplayan birini seçeceksem, bildiklerim arasında ilk aklıma gelen Sevgi olurdu” der ve yazısını şöyle bitirir: ”Güçtür Sevgi’yi anlatmak, çok güç. Bir romanı yazmak bile, Sevgi’yi tam olduğu gibi anlatmaktan daha kolaymış gibi gelir bana”

Evet, yaşamı boyunca Sevgi Soysal bırakmayı becerebilen cesur bir kadın olmuştur. Önce Yenen soyadını, sonra Nutku ve Sabuncu soyadlarını bırakır. Ancak, yazmayı bir de Ankara’yı bırakmaz. Bize bıraktıkları ise kitaplarıdır.

Gönderemediğim mektubun yerine sayılsın bu kez yazdıklarım. Kırk yaşında ölen bir yazara onun kentinden seslenmiş olayım.


SEVGİ SOYSAL’IN KİTAPLARI
Tutkulu Perçem (1962)
Tante Rosa (1968)
Yürümek (1970) 1970 TRT Roman Başarı Ödülü
Yenişehir’de Bir Öğle Vakti (1973) 1974 Orhan Kemal Roman Ödülü
Şafak (1975)
Yıldırım Bölge Kadınlar Koğuşu (1976)
Barış Adlı Çocuk (1976)
Bakmak (Yeni Ortam ve Politika gazetelerinde yazdığı yazılardan ölümünden sonra derlenmiştir. 1977)
Radyo Konuşmaları-Hoş Geldin Ölüm (Londra’da tedavi gördüğü sırada BBC de yaptığı konuşmalar ve orada yazdığı yarım kalmış romanı 2005)
Türkiye’nin Kalbi, Kabul Günleri (Sevgi Soysal, İpek Şahbenderoğlu Gazete yazılarından Derleme 2014)
Venüslü Kadınların Serüvenleri (Sevgi Soysal, İpek Şahbenderoğlu. Sevgi Soysal’ın TRT’de çalıştığı dönemde yazdığı oyun, makale ve yazılarından yapılan derleme 2017)
Beş Paralık Roman (Bertolt Brech’ten yaptığı çeviri 2011)


Kaynakça:
Sevgi Soysal’dan okuduğum romanlar
Sevgi Soysal Yaşasaydı Aşık Olurdum (Erdal Doğan, Everest Yay. İstanbul, 2003)
Sanat Olayı Dergisi sayı 24, (1984)

Yaşar Kemal’in Karası, Engin Cezzar’ın Kan Kardeşi James Baldwin!
Image
James Baldwin 1924’de Harlem, New York, ABD’de doğdu. Temizlikçi bir annenin oğluydu. Babasını hiç tanımadı. Üvey babasının soyadını aldı. Kalabalık ve yoksul bir ailede büyüdü.

14 yaşında Fireside Pentecostal Assembly’de üç yıl boyunca vaizlik yapan Baldwin, siyahların kendilerini köleleştirmek için kullanılan Hristiyanlığı kabul etmelerinin doğruluğunu sorguladığından, 17 yaşında bu işi yapmaya son vermiştir. (…)  1943’de üvey babasının cenazesi sırasında başlayan Harlem Ayaklanması ve bir sene önce liseyi bitirince girdiği işte yüzleştiği ırkçılık onu her şeyi bırakıp yazar olmaya iter.” [1]

Engin Cezzar ile 1957 ‘de başlayan dostlukları 1987’ye kadar sürer. Engin Cezzar onunla olan dostluğunu birbirlerine yazdıkları daha doğrusu çoğunlukla Baldwin’in yazdığı mektupları ve bulabildiği kaynakları yazarın ölümünün 20. yılında okurla buluşturur. Mektuplarda Baldwin’in ve Cezzar’ın ABD’de ve Baldwin’in ülkemize yaptığı ziyaretler, bu ziyaretlerde tanıştığı yazar ve sanatçılarla geçirdiği günlerin anılarını okumak okur için hoş bir yolculuktur.

Baldwin’in ailesi tarafından kurulan ve onun adını taşıyan vakıf aslında onun mektuplarının yayınlanmasına izin vermemektedir. Ancak bu kısıtlamayı yalnızca Engin Cezzar için kaldırırlar ve böylece James Baldwin ve Engin Cezzar’ın mektuplarına bizler de erişmiş oluruz.

Bu yolculukta okura kimler eşlik etmiyor ki! Marlon Brando’dan, Jane Fonda’ya, Yaşar Kemal’den Ara Gürler’e, elbette Gülriz Suriri’ye, Ali Poyrazoğlu’na, Elia Kazan’a ve daha pek çok isim ile karşılaşıyoruz. Kimi zaman Broadway, kimi zaman İstanbul’a, Urcan Balık Lokantası’na uzanıyoruz.

James Baldwin ve Engin Cezzar gençlik yıllarında kan kardeşi olmuşlardır. Dostlukları çok uzun yıllar sürer. E. Cezzar, Jimmy diye seslendiği arkadaşı ile Actors Studio’da tanışır. Sadece onunla değil başkaları da vardır tanıştığı. “Bir gün sınıfa bir kız geldi. Yanıma oturdu. Sinirli, kaknem bir şey. Merhaba, nasılsın?” dedim. “Sana ne?” dedi. Ben de “Bana ne” dedim. Sonra hatunun adını öğrenebildik. Jane imiş. Soyadı Fonda olan Jane.” [2]

Ama o mektup postalanamadı ne yazık ki! Ertesi gün gazetede ölüm haberini okudum. Zarf elimde kalmıştı. Aylardan kasım; 22 Kasım 1976. Demek ki aradan koskoca kırk bir yıl geçmiş. Sevgi Soysal olmadan kırk bir yıl!

Uzun süre açılmadan bekledi o zarf.

Aramızdan erkenden ayrılan Sevgi Soysal’ın annesi Aliye Hanım bu adı sonradan almıştır. Bir Alman olarak dünyaya geldiğinde ona verilen ad Annelese Rupp’tur. Ülkesine mimarlık ve şehir planlaması eğitimi almak üzere gelen Selanik göçmeni bir ailenin oğlu Mithat Bey ile Stuttgart ‘ta tanışırlar. Aralarında filizlenen aşk Annelese’ye Alman vatandaşlığını ve dinini bıraktıracak kadar büyüktür. Müslüman olunca Annelese Rupp Müslümanlığı kabul edip Aliye adını alır. Anne ve babasının aşkları, Almanya’da yaşadıkları sıkıntıları Sevgi Soysal’ın Tante Rosa adlı öyküsünde okuruz.

Almanya’dan döndüklerinde önce İstanbul’a ardından da Sevgi Soysal’ın neredeyse tüm yaşamını geçireceği Ankara’ya taşınırlar.

Şiiri, sanatı ve müziği çok seven annesi Türkçeyi çok geç öğrenir. Evde çocukları ile Almanca konuşur. Sevgi Soysal edebiyat, müzik ve dansa olan düşkünlüğünü ve ileriki yıllarda yapacağı çevirmenliği annesine borçludur.

Image

Dost Mektupları, James Baldwin’in biyografisini hazırlayan James Campell’in önsözü ile başlıyor.

Bu önsözden anlıyoruz ki Baldwin’in İstanbul’daki en yakın dostlarından biri de Yaşar Kemal’dir. Yaşar Kemal James Campell ile görüşürken odaya girip çıkan siyah kediye Jimmy adını verdiğini söyler. “sıkı, gergin, sırım gibi, anormal derecede zeki, anormal ölçüde hırslı, aç kara kedi” dediği Baldwin’e de “Arap” adını takmıştı Kemal,  “Benim açımdan Baldwin siyah değildi, diye açıkladı, çünkü Türkiye’de o anlamda siyah bulunmaz. Bizde öyle sınıflandırma yoktur. Yalnızca esmerler ve daha esmerler vardır.” [3]

İki arkadaşın yıllar süren dostlukları İstanbul’da da devam edecektir. İlk gelişi Engin Cezzar ve Gülriz Sururi’nin nikâh partisinin tam ortasına denk gelir. Engin Cezzar askere gidene dek onların misafiri olacaktır.

1969-1970 tiyatro sezonunda Baldwin bir kez daha İstanbul’a gelip Engin Cezzar ile birlikte John Hebert’in Düşenin Dostu Olmaz adlı oyunu sahneleyecektir. “Zeynep Oral, oyunun Türkçesinin “Şimdi bile “ağza alınamayacak kadar açık saçık olduğunu söylüyor.” [4] Oyunu sahnelemek çok da kolay olmaz bu nedenle.

“Cezzar, böyle bir oyunu neden sahnelemek istediği konusunda sorgulanmak üzere savcılığa çağırıldı, savcıya oyunun planlandığı gibi oynanacağını söyledi. Perdenin açıldığı gece, oyunu “izlemek” istediklerini söyleyen otuz polis kapıya dayandı. Bütün biletler satılmış olduğu için, Engin Cezzar onlara ayakta yer verdi” [5]

O günleri Gülriz Sururi şöyle anlatıyor. “İki yılda bir ülkemize gelip yaz tatilini geçiren James Baldwin dostumuz artık çok ünlüydü. Onun evinde Marlon Brando, Alex Haley gibi ünlülerle tanışmak, rastlaşmak çok doğaldı artık. Kitapları liste başlarından inmiyordu. O sırada Türkiye’de olan Jimmy’ye teklif ettik oyunu sahnelemesini. Yabancısı olmadığı bir konuydu. Hapishaneleri, kiliseleri ve eşcinselliği iyi biliyordu Jimmy. Çağrımıza çok sevindi.” [6]

Jimmy’nin asistanı ise Paris’te gazetecilik eğitimi sırasında Sorbon’da Tiyatro Enstitüsü’ne de devam eden gazeteci Zeynep Oral olacaktır.

Oyunda Engin Cezzar, Ali Poyrazoğlu, Aydemir Akbaş, Erden Alkan ve Bülent Erbaşar rol almaktadır. Düşenin Dostu Olmaz sahnelendiği süre içerisinde seyircilerden büyük alkış alır.

James Baldwin 1970 yılında ülkemizde bulunduğu sırada, ünlü fotoğraf sanatçısı ve belgeselci Sedat Pakay onunla ilgili kısa bir belgesel hazırlar.

Mektupların çoğunda bir gün başrolünü Engin Cezzar’ın oynayacağı Giovanni’nin Odası’nın tiyatroya uyarlanması ile ilgili yaşadıklarını okuruz. Nerede ise her iki sanatçının da en büyük düşüdür bu ama ne yazık ki hiçbir zaman gerçekleşmez.

Bu kez Engin Cezzar’ın bir projesini hayata geçirmek isterler. Jimmy’in şöhretin zirvesinde olduğu günlerdir. Engin Cezzar Osman Necmi Gürmen’in Kılıç Uykuda Vurulur adlı romanını sinemaya uyarlamak ister. Senaryoyu Baldwin yazacak, Costas Gavras’ta yönetecektir. Baldwin Bodrum’a gelip üç ayda senaryoyu yazar. Ancak Costas Gavras bu senaryoyu beğenmez. Engin Cezzar yeni bir treatman yazar.

“Aslında ben de Costas ile aynı fikirdeydim. Eleştirilerinde son derece haklıydı. Adam İzmirli ne de olsa. İkimizin konuya aynı gözle baktığını fark edince ondan birkaç gün izin istedim ve hemen yeni bir treatman yazdım. Ruhumdaki bir şeydi. Kokladığım, yediğim içtiğim bir şey. Çok güzel oldu. O gün Costa’nın oğlu doğmuştu. Hep cebimde taşıdığım Mecidiye altınını çocuğa taktım. Pek hoşuna gitti. Karşısına geçip okudum.

“İşte bu olur Engin. İstediğim film bu. Ya sen hallet ya da birlikte yazın.” [7]

Aralarının bozulmasının nedeni bu film projesi olacaktır. Baldwin senaryosunun beğenilmemesine çok sinirlenir. Bir daha görüşmezler. 1 Aralık 1987 de Fransa’da mide kanserinden hayatını kaybedecektir. Ölümünden önce konuşma fırsatı bulamadıkları için kan kardeşi ile küs ayrılmıştır bu dünyadan Baldwin.

James Baldwin bir siyahi olarak ABD’de hem de Harlem’de doğmuş olmanın ne anlama geldiğini Bundan Sonra Ateş adlı kitabında bütün içtenliği ile anlatır. Üstelik eşcinsel bir negro’dur.

“Her Amerikan Negro’sunun aslında bir zamanlar malı olduğu beyaz adamlara ait bir isim taşıdığı bir gerçek. Bana Baldwin denilmesinin nedeni ya Afrikalı kabilem tarafından satılarak ya da kaçırılarak Baldwin isminde beyaz bir Hristiyan’ın eline teslim edilmiş ve onun tarafından haçın önünde diz çökmeye zorlanmış olmam. Demek ki ben, hem görünürde hem de yasal olarak, beyaz ve Protestan bir ülkedeki kölelerin torunuyum. Amerikan Negrosu olmanın anlamı da budur işte: Kaçırılmış bir dinsiz, bir hayvan gibi alınıp satılan ve hayvan gibi davranılan” [8]

Kendisini ifade edebileceği tek alan olarak yazmayı gördü. 60’ların Amerika’sında hem siyah hem de eşcinsel olmak yeterince zordu. Bu zorlukları yenerken Amerikan edebiyatına yeni başyapıtlar da kazandırıyordu. Yaşadığı zorluklar onu sürekli hareket halinde olmaya itiyor, Paris’te, İstanbul’da ya da başka ülkelerde kendisine kısa ya da uzun süreli nefes almak ya da gönüllü sürgünlükleri için alan yaratıyordu. Bu sürgünlerde yazdığı eserler adeta Amerikan Edebiyatı için devrim niteliğindeydi. İşte bu yüzden eşcinsel bir siyahi olarak iki beyaz eşcinsel erkeğin aşklarını yazdığı Giovanni’nin Odası ile eleştiri oklarını üzerine çekecektir. Üstelik kendisini eleştirenler sadece beyazlar değildir.

“Zencisin sen zenci kal diyerek” siyahi sanatçılar ve aktivistlerden oluşan genç bir nesil Baldwin’i yeterince politik olmamakla suçlayacaktı. Aynı zamanda Martin Luther King tarafından fazla açık ettiği eşcinselliği yüzünden bizzat eleştirilecek, uzaklaştırılacaktı. Baldwin kimilerince Martin Luther Queen olarak adlandırılmıştır.[9]

“Bir röportaj sırasında hiçbir zaman mutlu bir çocukluk dönemi yaşamadığını ve “zenci” imgesi ile tanımlandığı için insan kimliğini hissedemediğini söylemiştir.”[10] James Baldwin ile otuz yıla yakın süren dostluğun anılarını onun ölümünün yirminci yılında Dost Mektupları ile bize aktaran ve artık aramızda olmayan Engin Cezzar’a da içten bir saygıyla ve alkışlarla teşekkür ederek bitirmek istedim yazımı.

James Baldwin’in dilimize çevrilen eserlerinin adlarını verirken onunla tanışmama vesile olan Başkent Üniversitesi Amerikan Kültürü ve Edebiyatı Bölümü Öğretim Üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Meltem Kıran Raw’a da içten bir teşekkürü borç biliyorum.

James Baldwin’in Türkçeye Çevrilen Eserleri:
Dost Mektupları (Çev.Seçkin Selvi) YKY
Sokağın Dili Olsa (Çev.Seçkin Selvi)YKY
Bundan Sonrası Ateş (Çev.Kıvanç Güney) YKY
Giovanni’nin Odası (Çev.Çiğdem Öztekin) YKY
Bir Başka Ülke (Çev.Çiğdem Öztekin) YKY
Ne Zaman Gitti Tren (Çev.Dilek Cenkçiler) YKY
Antik Yunan Hikayeleri (Çev.Oğuz Can Güçlü) İlya Yayınevi
Kahramanlık Hikayeleri (Çev.Çiğdem Erdal) İlya Yayınevi
Siegfried’in Hikayesi (Çev.Nisan Benzergil) İlya Yayınevi
Elli Ünlü Kişi (Çev.Duygu Baştürk) İlya Yayınevi
Yeni Dünyaya Yön Veren Dört Büyük Amerikalı (Çev.Nisan Benzergil) İlya Yayınevi


Kaynakça:
Baldwin, J. (2017). Bundan Sonrası Ateş. (K. Güney, Çev.) İstanbul: YKY.
Demirtürk, E. L. (1997). Çağdaş Amerikalı Zenci Romancılar. Ankara: Gündoğan Yayınları.
Fortuny, K. (2017). Amerikalı yazarlar İstanbul da. (Z. arıkan, Çev.) İstanbul: Edebi Şeyler.
James Baldwin, E. C. (2007). Dost Mektupları. (S. Selvi, Çev.) İstanbul: YKY.
Sururi, G. (2016). Kıldan İnce Kılıçtan Keskince, 4. Baskı. İstanbul: Dpğan Kitap Y.

[1] (Demirtürk, 1997, s. 107)
[2] (James Baldwin, 2007, s. 19)
[3] (James Baldwin, 2007, s. 11)
[4] (James Baldwin, 2007, s. 140)
[5] (James Baldwin, 2007, s. 140)
[6] (Sururi, 2016, s. 415)
[7] (James Baldwin, 2007, s. 158)
[8] (Baldwin, 2017, s. 63)
[9] (Fortuny, 2017, s. 273)
[10] (Demirtürk, 1997, s. 107)

Edebiyat ve Mitoloji
Image
Azra Erhat Mitoloji Sözlüğü adlı kitabının önsözüne şöyle başlar; ”Mytos söylenen veya duyulan sözdür, masal, öykü, efsane anlamına gelir. Ama mytos’a pek güven olmaz, çünkü insanlar gördüklerini, duyduklarını anlatırken birçok yalanla süslerler. Epos daha değişik bir anlam taşır: Belli bir düzen ve ölçüye göre söylenen, okunan sözdür, epos insana tanrı armağanıdır, güzelim süslü sözleri bir araya getirerek büyüler dinleyicilerini bir ozan. Mytos söylenen sözün, anlatılan öykünün içeriği ise epos da onun doğal olarak aldığı ölçülü, süslü ve dengeli biçimidir. Epos ne kadar güzelse, mytos o kadar etkili olur, epos’la mytos’un bu başarılı evlenmesidir ki, ilkçağdan kalma efsanelerin ürün vere vere günümüze dek yaşamasını ve mytos kavramının çağlar ve uluslararası bir nitelik kazanarak ölmezliğe kavuşmasını sağlamıştır. [1]
Image

İnsanlığın ilk sözlerinin düşünce tarihi açısından taşıdığı önem kuşkusuz mitleri anlamaktan geçmekte. Toplumların belleği olarak nitelendireceğimiz mitler, zamanla farklı toplumlarda farklı biçimlerde birbiri ile etkileşim içinde karşımıza çıkar. İnsanın doğayı, yaşamı kısaca dünyayı anlamada kullandığı, yarattığı araçtır mitler. Doğayı ve yaşamı anlamakta ya da kurgulamakta yetersiz kaldığı zamanlarda yarattığı mitlerle çözüme ulaşmaya çalışır. Bu da bize mitolojinin zihinsel ve simgesel kaynaklarını anlama fırsatını verir. O zaman mitler için uydurma demek yanlıştır. Yaşanan gerçekliğin yeniden yaratılan görüntüsüdür.

Mitoloji yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı üzere akılcı değildir. Söylencedir. Mitoloji; insanlık tarihinin geçmiş deneyimlerini sakladığı karanlık labirentlerden bugüne ulaşan kahramanların, sıradan insanın, kralların, savaşçıların, tanrıların, ozanların, tarihçinin, iyinin ve kötünün başımız sıkıştığında bize yazacak yeni kaynaklar sunmak için hazır beklemesidir.

Toplumların, kültürlerin birbirleri ile olan etkileşimi onların mitlerini de etkiler, dönüştürür. Mitler bu yüzden evrenseldir.

Mitolojik söylemleri edebiyatın ilk eserleri olarak kabul edebiliriz. Şiir, destan, tragedya olarak hayatımıza giren, ortaya çıktığı zamandan bu yana hayatımızı düzenleyen, yöneten, yönlendiren mitolojiyi edebiyattan uzak değerlendirmemiz elbette olası değil. Dünya üzerinde hiç bir edebiyat mitolojiden uzak duramamıştır.

Öyle ki Azra Erhat, Batı şiir ve edebiyatını Homeros’a borçludur der.[2]

Image

Ancak şunu da belirtmeliyiz ki Antik dönemde pek çok Yunanlı şair, yazar tarihçi felsefeci ve bilim adamının Mısır’ı ziyaret ederek oradan edindikleri bilgileri Yunanistan’a getirdikleri bilinmektedir.

“ Sümerlerin bilgelik tanrısı Enki ve onun devleti hepten kaybolmuş olsa da, edebi gelenekler ve dinsel kaynaşma onlardan bazı parçaları canlı tutmuştur. Batı uygarlığının temelini biçimleyen iki gelenek Yunan ve Kitabı Mukaddes geleneği daha çok örtülü olarak Enki öykülerini bilir gibi görünmektedir.” [3]

Halikarnas Balıkçısı, Homeros’un İlyada ve Odysseia adlı eserlerini yazarken Gılgameş’ten etkilendiğini söyler.

Ölümsüzlüğü arayanlar Sümer mitolojisinde Gılgameş ise, Yunan mitolojisinde Herakles’tir. Her ikisi de insanlığa ölümsüzlüğü verebilmek için ejderhalar ile savaşır. Günümüz fantastik romanlarında yine benzer kahramanlar vardır ve ejderhalar neredeyse bu romanların vazgeçilmez roman kahramanlarıdır.

Gılgameş, Kabala ve daha başka metinlerde karşımıza çıkan Lilith’den günümüze kalanlar kuşkusuz yalnızca albastıalkarası gibi kör inançlar değildir. Kutsal kitaplardan adı silinse de hakkındaki pek çok efsanede ve Esra Pekin’in Lilith adlı eserinde bir roman kahramanı olarak yaşamaya devam eder.

Shakespeare’in FırtınaKış Masalı gibi oyunlarında karşımıza çıkan mitoslar Orta Çağda kaybettikleri itibarlarını Rönesans’la birlikte yeniden geri almışlardır. Sadece Shakespeare değil pek çok yazar ve şair de yeniden mitolojik kahramanlara eserlerinde yer vermiştir.

Sadece Batı Kanonu’ndaki eserler değil; Örneğin Nef’i DivanıHacı Bektaş-i Veli’nin Velayetname’si mitolojik ögelerden ayrılarak okunabilir mi?

Özellikle Divan şiirine baktığımızda İran mitolojisi’nden çokça etkilendiğini görürüz. Divan şiirinin en önemli kaynaklarından biri Şehname‘dir

Kendisinden sonraki uygarlıkları ve bu uygarlıklara ait mitolojileri etkilemiş bir taş kitap olan “Gılgamış”, Kafka’nın dünyasından pek de farklı olmayan bu Sümer destanı, gerçeğin alegorik bir tasviri, insanın varoluşunun bir manifestosu, edebiyatla tarihin ortak bir anlatıda ilk cisimlenmiş halidir.” [4]

Ölüme yaklaştığını anladığı anlarda D.H.Lawrence ölüm üzerine düşünmeye başlar. Bu süreçte onun aslında kendisini Minoan (Girit) ve Etrüks kültürüne yakın hissettiğini anlamasıyla yazdığı “Son Şiirler” adlı kitabında doğa ve mitolojiden esinlendiği açıkça görülür.

Dünya edebiyatının en önemli eserlerinden sayılan Ulysses’i yazan James Joyce bu eserinde T.S.Eliot un deyişi ile mitsel yöntemi en edebi biçimde kullanandır. Ulysses, Homeros’un Odysseia’sının, Joyce’un yaşadığı dönemdeki Katolik kilisesi ve İrlanda’ya uygulanan baskılara karşı yeniden yorumlanması değil midir? Gılgameş ile başlayan yolculuk Odysseia ve Ulysses ile sürüp gitmekte…

Ulysses bir yolculuk. Homeros’un Odysseia’sı da” derken çok da haksız değildir Ulysses’in çevirmeni Nevzat Erkmen [5]

Image
Image
Öte yandan Fransız Akademisi’nin uzun tarihi içerisinde akademiye seçilen ilk kadın yazar olan Marguerite Yourcenar eserlerinde mitolojiden en fazla faydalanan yazarlardan biridir. Düş ParasıAteşlerHadrianus’un AnılarıDoğu Öyküleri onun mitolojinin kaynaklarını yeniden yorumlayarak olabildiğince kullandığı eserlerinden bir kaçıdır.

Sten Nadolny ise Arsızlık Tanrısı’nda gelecek yılların insanının Hermes ve Helle’ nin özelliklerini taşımasını arzulamaktadır.

Yunan mitolojisinden esinlenen Türk edebiyatçılar arasında kuşkusuz Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yeri ayrıdır. “Tarihe, felsefeye, mitolojiye, psikolojiye, Doğu ve Batı edebiyatlarına ilişkin okumalardan gelen Tanpınar kültürü, hem eserlerinin anlam ve kaynak evrenini genişletmiş hem de bütün eserlerini dilin estetik karakteri bağlamında şekillendirmiştir.” [6]

Dionysos, heyecan, taşkınlık, bahtsızlık ve karmaşanın dışında kendinden geçme halinde yaratmayı simgeler. Apollon ise katı kuralcıdır, aklı ve mantığı simgeler. Bu aynı zamanda pozitivizm ve mistisizmin karşıtlığıdır. İkisi arasında ideal bir denge vardır. Bu özellikleriyle Dionysos müziğe, Apollon ise plastik sanatlara karşılık gelir. Tanpınar, Huzur’da müziğin sarhoş edici etkisiyle Dioysos’u vurgularken; plastik sanatları “özellikle de denge kavramının somut biçimde öne çıktığı mimariyi ele alırken Apolloncudur. Böylece Tanpınar, Huzur’da müziği veren zamanı ile mimariyi veren mekanı yani Dionysos ile Apollon’u birleştirir… Huzur’da mitolojik bir çatışmanın yeniden üretildiği, dolayısıyla kurguda model alma şeklinde bir metinler arası ilişkinin gerçekleştiği söylenebilir.”[7] (7) (Akyıldız, s. 721-722)

Mademki söz Dionysos’a geldi o zaman bu Egeli çılgın tanrıdan kısaca söz edelim ki oradan da söz tragedyalara ulaşsın.

Image
Azra Erhat Mitoloji Sözlüğü’nde Dionysos un pek çok adı olduğundan söz eder. ”Latince Deus’ ta görüldüğü gibi tanrı anlamına gelmektedir. Buna Nysa eklenince Dionysos Nysa tanrısı giderek Nysa Zeus’udur demek.” [8]

Dionysos ve kültü; normalden, kuraldan, düzenden kopuş demekti. Ama bu yapısıyla politik olarak düzeni tehdit eden bir güç de oluyordu. Devlet düzeninin kurumları, böyle bir tehdide mücadelesiz izin veremezlerdi. Dionysos kültünü yasaklamaya, baskı altına almaya, müritlerini yok etmeye yönelik sayısız girişim olduğu anlaşılıyor… Ama bu tanrı ve kültü, insanların ihtiyaçlarında öylesine kök salmış ki, önleyici girişimler başarıya ulaşamadı. Sonuçta devlet kurumları bu kültü engelleyemediler. Tek yapabildikleri, onu dizginlemek oldu. Ama işte bu da, tiyatronun oluşumuna giden yolu döşedi.” [9]

Biz de buna Ege Zeybek’inin köklerinin Dionysos şenliklerine dayandırıldığını ekleyelim.

Evet, Aydın’ın Sultanhisar ilçesi yakınlarındaki Nysa antik kentinin bereketli topraklarında yetişen meyvelerden yapılan şaraplar yöre halkının başını döndürmektedir. Eski Çağ’ın ünlü coğrafyacısı Amasyalı Strabon, Geographika adlı eserinde Nysa’dan söz ederken şöyle der: ”Nysa yakınlarında, Maiandros Irmağı’nın (Büyük Menderes Nehri) öte kıyısında, önemli yerleşmeler vardı. Koskinia ve Orthosia’yı (Aydın’ınYenipazar ilçesi) kast ediyorum. Irmağın bu kıyısında Briula, Mastaura ve Akharaka ve kentin yukarı kısmında dağda, Arameus denen en iyi Mesogites şarabının edildiği, Aroma vardı.” [10]

Uzmanların dediğine göre aroma sözcüğünün kaynağı buradan gelmektedir.

Image
Image
Tragedyaların ortaya çıkması ile; mitoloji, sahnelenen oyunların ana konusu olmuştur. AiskhilosSofoklesEuripides’in oyunlarında mitolojik kahramanlar farklı yorumlarla seyircinin karşısına çıkar.

Öyle ki bu oyunlar sadece yazıldıkları dönemde değil aradan geçen yüzyıllara karşın farklı kültürlerde farklı zaman ve seyircide bile karşılık bulabilmişlerdir. Tıpkı Euripides’in Medeası’ndan yaklaşık beş yüzyıl sonra Seneca’nın Troyalı Kadınlar adlı oyunlarında olduğu gibi…
Nazım Hikmet’in Ferhat ile Şirin adlı oyunundaki kıskanç kadın Mehmene Banu ile Euripides’in Medea’sı arasında akrabalık bulunduğunu söylemek çok da yanlış olmaz sanırım. Gücü elinde tutan ve onu hiç kimse ile paylaşmaya yanaşmayıp dünyayı yönetmekte kararlı olan Zeus’a karşı, insanlardan yana olan ve Zeus’a karşı direnip mücadele eden Prometheus’un, Servet-i Fünun şairlerinden Tevfik Fikret’in Promete adlı şiirine esin kaynağı olması gibi.
Kuşkusuz mitolojiyi eserlerinde bir esin kaynağı olarak kullanan tek şair Tevfik Fikret değildir. Ziya Gökalp de mitolojiden etkilenerek yazdığı eserlerle karşımıza çıkar. Özellikle Kızıl Elma ve Altın Işık adlı eserleri mitolojik ögelerle doludur. Melih Cevdet Anday’ın Kolları Bağlı OdyessusGöçebe Denizin Üstünde ve Teknenin Ölümü adlı kitaplarında Yunan mitolojisinin kaynakları çokça kullanılmıştır. Her ne kadar tragedya ile Edip Cansever’in Tragedyalar adlı eseri arasında sıkı bir bağ olmasa da burada adını anmamamız olmazdı. İkinci Yeni’nin en önemli şairlerinden olan İlhan Berk’in Galile Denizi adlı eseri tamamen mitolojik imgelerle örülüdür. Mitoloji, Sezai Karakoç şiirinin ise neredeyse ana temalarından biridir. Diriliş adını verdiği düşüncesini tanımlarken mitolojiden yaralanmıştır.
Tanzimat ‘ın ilanından sonra özellikle Fransız Edebiyatı’ndan yapılan çeviriler ile Yunan Mitolojisi’ne dönemin aydınlarının ilgisi artar. Yahya Kemal’in 1912 de Paris’ten dönerken kaleme aldığı “Biblos Kadınları” ve Sicilya Kızları” adlı şiirleri aslında onun kafasında” Nev Yunanilik” anlayışının da temellerini atmaktadır.
İstanbul’da Yakup Kadri ile tanışır. Yakup Kadri de bu sırada Fecr-i Aticiler’den uzaklaşmaktadır. O da Fransız Edebiyatı’nı iyi bilir. Yunan Mitoloji’si ile de yeni yeni ilgilenmeye başlamıştır. İki genç edebiyatçı birlikte Nev Yunanilik anlayışını benimser. Onlara göre düşüncenin ve edebiyatın kaynağı Latin ve Yunan Klasiklerindedir. Akdeniz’i bir havza olarak gördüklerinden ötürü bu anlayışın diğer adı Havza Edebiyatı olarak da adlandırılır. Birlikte bu anlayışlarını yaygınlaştırmak amacı ile Havza adlı bir dergi çıkarma girişimleri olur.
Yahya Kemal’in “Biblos Kadınları”, ”Sicilya Kızları” ve “Bergama Heykeltraşları” adlı şiirleri gibi Yakup Kadri’nin “Nur Baba”, Sodom ve Gomore” “Siyah Saçlı Yabancı ile Berrak Gözlü Genç Kızın Sözleri” de mitolojik kahramanların gözümüzün önünde teklifsizce dolaştığı eserleridir.
Bu dönem de eserlerini yaratırken Yunan Mitolojisi’ n den ilham alan bir başka isim de Salih Zeki Aktay’dır. Yahya Kemal ve Yakup Kadri temellerini attıkları bu akımdan bir süre sonra uzaklaşsalar da Salih Zeki Aktay eserlerinde mitolojiden yararlanmaktan hiç vazgeçmemiştir.
Image

Kardeş kanının döküldüğü en eski efsane Habil ile Kabil arasında yaşanmıştır. Tarihteki ilk katil olarak bilinen Kabil kardeşi Habil’i öldürür. Burada efsaneyi yeniden anlatmak değil amacım. Ancak bu öyküde Kabil kardeşini öldürdükten sonra cesedi ne yapacağına karar veremez. O sırada bir karga ölen bir başka kargayı gagası ile eştiği çukura yerleştirir ve üzerini örterek onu gömer. Bunu gören Kabil de kardeşini aynı şekilde toprağa gömecektir. Bugün dünyanın pek çok bölgesindeki ölü gömme geleneğinin köklerine bir gönderme yapmak istedim. Gotik romanlarda çokça karşımıza çıkan mezarlık sahneleri için gotik yazarların sanırım kargalara bir teşekkür borçları var. Bu yazarların çoğu eserlerinde korku etkisi yaratmak için de kargaları kullanır. Sadece kargaları değil; denizin kabaran dalgaları, kimi kez Hitit’ten esen Teşup olur kimi kez de Poseidon. Ege Denizi’ni köpürten korkunç fırtınalar.

Öte yandan masalların hemen hemen tümü mitoloji ile neredeyse ayrılmaz bir bütündür. Evvel zaman içinde diyerek başlayan Kaf Dağı’nın ardına ulaşmaya çalışanlara ak sakallı dedelerin, pirlerin, hızırların yardım ettiği, Simurg, Anka Kuşu, ejderhalar ve devlerin ortaya çıktığı masallar, sözlü edebiyatın dilden dile aktarılan zenginliğidir. Masallarda karşımıza çıkan pek çok öykünün Kam dini (Şamanizm) ile yakın bir bağlantısı olduğunu görmekteyiz.

Başlangıçta sözünü ettiğimiz aynı mitolojik ögenin farklı toplumlarda farklı adlarla ortaya çıkmasının en güzel örneklerinden biri de Zümrüt-ü Anka Kuşu’dur. Sibirya’da Alp Karakuş, Yunan mitolojisinde Phonix, İran’da Simurg, Hint mitolojisinde ise Garuda adını almaktadır.

Türk mitolojisini romanda kullanan günümüz yazarlarından biri de Buket Uzuner’dir. Su ve Toprak adlı eserlerinde kahramanların isimleri seçilirken mitolojiden bilinçli olarak esinlenmiştir. Dörtleme olarak planlanan (Su,Toprak,Ateş ve Hava) eserlerinin ana başlığı Uyumsuz Defne Kaman’ın Maceraları’dır. Defne Kaman’ın soyadı kam’lığa işaret ederken eczacı (şifacı) anneannesinin adı Umay mitolojideki Umay Ana’ya bir göndermedir.

Nazlı Eray ise yazdığı fantastik romanlarda mitlerden yararlanma konusunda edebiyat ve mitoloji başlıklı yazımızda hak ettiği yeri mutlaka alması gereken yazarımızdır. Orphee adlı romanında Orphee’nin çilesi günümüz dünyasına uyarlanmıştır. Bu kitabında Yunan mitolojisinden aldığı esinleri kullanırken, Ayışığı Sofrası’nda ise İslam mitolojisinin kavramları karşımıza çıkar. Ashab-ı Kehf (Yedi Uyurlar olarak Kuran’da yer alan söylence aslında pek çok farklı mitolojide de bulunur.)

Yazımızın sonlarına gelirken Büyülü Gerçekçilik akımından da kısaca söz edeceğiz. Özellikle Latin Amerikalı Büyülü Gerçeklik akımının temsilcisi olan yazarlar eserlerinde mitolojiden yararlanmıştır. Borges’in; Atlas ve Asterion’un Evi, mitoloji ile olan yakınlığının örneklerinden ikisidir yalnızca.

İtalio Calvino’nun Görünmez Kentleri ve Gabriel Garcia Marquez in hemen hemen tüm eserlerinde efsane, büyü yer alır. Uzun süren masal dünyasıdır onun eserleri. Bin bir Gece Masalları’ nın çağdaş yorumu gibi.

Öte yandan, dünya edebiyatına çok büyük katkısı bulunan Rus edebiyatı için Gamze Öksüz şu tespitte bulunur. ”Rus mitolojisinin kendine özgü bir düşünce sistemi vardır. Tüm yaşamsal konularda doğanın hâkim olduğu ve zaman ile uzamın farklı boyutlara ulaştığı bu sistemde, canlı ile cansız, doğa ile doğaüstü, fani dünya ile öbür dünya arasındaki sınırlar neredeyse kalkmış gibidir Rus mitolojisi. Bu zengin mitoloji aynı zamanda Rus edebiyatını yaratan en önemli kaynaklardan biri olmuştur. Dostoyevski’nin yaşlı tefecisi, Gogol’un kayıp paltosu, Tolstoy’un savaşçıları, Bulgakov’un süpürgeli cadısı.. hep bu mitolojinin kahramanlarından esinlenmişti, “(Rus Mitolojisi, Çeviribilim Yay. Tanıtım Yazısı)

Efsaneyi ve masalı bizim edebiyatımızda Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ömer Seyfettin, Yakup Kadri, Latife Tekin ve Yaşar Kemal’ in ölümsüz eserlerinde de görürüz. Yaşar Kemal’in Yılanı Öldürseler, Binboğalar Efsanesi, Üç Anadolu Efsanesi – Köroğlu’nun Meydana Çıkışı, Karacaoğlan, Alageyik baştan aşağı mitolojik romanlardır. Bir başka eseri olan Ağrı Dağı Efsanesi için Abdülkadir İnan şöyle der, “Romandaki bu olayları bir tanrı konumunda seyreden Ağrı Dağı, mitolojide kutsal kabul edilen eski Yahudilerin Sina, Arapların Arafat, Yunanlıların Olimpos, Hintlilerin Himalaya, Moğolların Burhan-Kaldun, Altaylı Türk boylarının Altay Dağı, Çelik Dağı, Altın Dağı gibidir[11]

Murathan Mungan da gerek şiirleri gerekse öykü, roman ve oyunlarında Bereketli Hilal’in kadim mitolojisi ile bizleri yeniden bir araya getiren motifler sunar.

Yazın dünyamızı karşılaştırmalı mitoloji ile tanıştıran, dünya görüşünü eserleri aracılığı ile aktarırken mitolojiden yararlanan hatta bunu Mavi Anadoluculuk adıyla bir fikri akımla adlandıran Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir Karaağaçlı’ya selam vermemek olamazdı. Halikarnas Balıkçısı, yazdığı hemen her roman ve öyküde mitolojiden esintiler sunar. Ataerkil düzene yönelik eleştirilerini roman kahramanları aracılığı ile gerçekleştirirken bu kahramanlar karşımıza kimi zaman Poseidon kimi zaman Zeus kimi zaman Artemis yada Afrodit olarak çıkar. Gerçek adları farklı olsa da onlar aslında mitolojik kahramanların kanlı canlı yaşayan suretleridir.

Fantastik Roman ya da Öykü dediğimizde masallardan uzak kalamayız. Burada kuşkusuz birinciliği J. R. R. Tolkien’ in Yüzüklerin Efendisi alacaktır. Tolkien bu kitabını yazarken Kuzey Avrupa ve İskandinav mitolojisinden büyük ölçüde esinlenmiştir.

Brecht ‘ Kafkas Tebeşir Dairesi ve Sezuan’ın İyi İnsanı’nda mitolojik efsaneleri kullanırken aslında fantastik bir kurguyu da kullanmış oluyordu.

Ursula K.Le Guin’in Mülksüzler ve Karanlığın Sol Eli’nde mitolojik alt yapının olmadığını söyleyebilir miyiz?

Peki,Dante’nin İlahi Komedya’sını mitoloji sözlüğü olmadan okuyabilmek ne kadar olasıdır?

Homeros’tan bugüne dünya sanatçıları mytos’u kendilerine tükenmez bir esin kaynağı olarak görmüşlerdir…. Sözlü ya da yazılı yazın ve sanat kollarının hepsinde durmadan konu edilip işlenen ve işlendikçe değişen mytos’lar ne kadar ozan, yazar, sanatçı varsa, o kadar biçim almış, bu nedenle hiçbir zaman belli bir dinin tek kitabı halinde toplanamamıştır. [12]

Sonuç olarak insanlığın ortak kültürü olan mitoloji ile edebiyatın ilişkisi o kadar sıkı o kadar iç içedir ki burada ancak çok küçük bir kısmına dokunabildik. Sözünü edemediğim onlarca yazar ve eserleri beni bağışlasın lütfen.


[1] Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 17.baskı, İstanbul, Mart 2010, s.5
[2] Homeros, Odessea, Çev. Azra Erhat-A.Kadir, Sander Yay.3.baskı, İstanbul, Haziran, 1981, s.22
[3] Samuel Noah Kramer, Sümerlerin Kurnaz Tanrsı Enki, Çev.Hamide Koyukan, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2001, s. 323
[4] A. Ömer Türkeş, Romana Yazılan Tarih, oggito.com. adresinden alınmıştır
[5] James Joyce, Ulysses, “Çevirenin Sözü”, Çev. Nevzat Erkmen, YKY, ,5.baskı,İstanbul, Şubat 1999, s.27
[6] İbrahim Şahin, Haz ve Günah: Bir Tanpınar Yorum, Kapı Yayınlar, Temmuz 2012, s.1.
[7] Hülya Bayrak Akyıldız, Tanpınar’ın Romanlarında Metinlerarası İlişkiler ,
“Turkish Studies International Periodical For the Languages, Literature and History of Turkish or Turkic
Volume 5/3 Summer 2010 “, s. 721-722
[8] Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 17. Basım, İstanbul, Mart 2010, s.93
[9] Joachim Latacz, Antik Yunan Targedyaları, Çev.Yılmaz Onay , Mitos-Boyut Yayınları, İstanbul, 2006, s. 27
[10] Strabon, Geographika , Arkeoloji ve Sanat Yayınları, İstanbul, 2009, 6. Baskı, s. 215
[11] Abdülkadir İnan, Türk Boylarında Dağ, Ağaç (Orman) ve Pınar Kültü, Makaleler ve İncelemeler, C. 2. Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1991, s. 253
[12] Azra Erhat, Mitoloji Sözlüğü, Remzi Kitabevi, 17.Basım, İstanbul, Mart 2010, s. 6

Arif Künar; "Yel Değirmenleriyle Savaşmaya Devam"
Image

Ankara’da ODTÜ Mezunlar Derneği, Vişnelik tesislerinde, ODTÜ Elektrik ve Elektronik Mühendisliği Bölümü mezunu Arif Künar, Koleksiyon Kulübü’nün etkinliği olarak bir Don Kişot sergisi düzenledi. Uzun yıllar boyunca yurt içi ve yurt dışından topladığı kitaplar ve objelerle bizleri bir kez daha Don Kişot ile buluşturmuş oldu. Serginin son günü olan 15 Kasım 2017 tarihinde Edebiyat Kulübü’nden Elif Baktır ise Don Kişot-Cervantes-İspanya’dan söz ederek katkıda bulundu. Böylece hem Cervantes’in ölümsüz eseri hem de sergilenen parçaların öyküleri izleyicilerle paylaşıldı. Ama sunumun ana konusu kuşkusuz Don Kişot olmaktı. Biz de bu sergiyi düzenleyen Arif Künar’a sunumun ardından dostumuz Don Kişot’a ait bu merakını ve topladığı eserlerin öykülerini sorduk.