Sayı: 77, Kasım / Aralık 2015
Image

İLKİZ KUCUR İLE SÖYLEŞİ / SİNA AKYOL

Sina Akyol: Epey zamandır şiir ortamımızdasınız. Niçin 'epey zaman'da, hepi-topu iki kitap (Eleştirel bir saptama filan değil bu, sadece meraklı bir soru.)

İlkiz Kucur: Haklısınız. Bana çokça sorulan bir sorudur bu. "Ama Ben İlkizim”den sonra sessizce edebiyat dünyasından çekildim. Okumaya, elimden geldiğince uzaktan da olsa izlemeye devam ettim. Mazeret bulmak için kendime şunu söyledim zaman zaman, ben bankacılık sektörünün en zor günlerinde yöneticilik yaptım. 1986’dan 2008'e kadar yaşanan bütün krizleri yaşadım. Akşam eve geldiğimde hem bedensel hem de düşünsel olarak çok yorgun hissediyordum. Sözcükleri kirletmek istemedim belki de bilmiyorum. Bakın bu konuyla ilgili size ilginç bir not aktarayım. Hürrol Taşdelen ile evlendiğimizde Hürol, Attilâ İlhan'ı arayıp evlehdiğimizi haber verdi. Attilâ İlhan önce kutladı, çok sevindiğini söyledi ve arkasından ekledi; "Çocuğum, bak İlkiz şiiri bırakırsa senden bilirim”. Ben şiir yazmaktan uzaklaşınca Hürol hep bu suçluluk duygusunu yaşadı. Ne zaman ki Varlık’ta yıllar sonra "Gün Kurudu’ şiirim yayınlandı benden çok o sevindi. "Gün Kurudu” yu bir gecede yazdım. Aradan geçen bunca yıldan sonra yazdığımın şiir olup olmadığından emin olabilmek için Varlık’a gönderdim. İki gün sonra Enver Ercan'dan yayın programına alındığı yanıtını aldığımda şiirle aramıza giren onca yıldan sonra yeniden buluştuğumuzu gördüm. Hani bazen eski dostlar yıllar sonra karşılaşsa da hiç ayrılmamış gibi birbirlerine yeniden sarılır ya, bizimkisi de öyle oldu. Arkası geldi.

Sina Akyol: Tabii ki bana göre, bugün yazılmakta olan şiirde imge, içinden çıkılamaz bir hal almış durumda, İmge kendini yeterince açıklayamıyor, hatta hiçbir biçimde açıklayamıyor. "Acele etme" diyorum ben bana, "o gördüğün imge, şiirin devam edegelen dizelerinde filan kendini bir biçimde açıklayacak." Ama hayır, yine açıklayamıyor. Sanki bir hastalık, hem de bulaşıcı bir hastalık haline gelmiş durumda 'imgeşörlük'. "Eflatun Gölgeli Kadınlar” daki imgeler olması gerektiği kadar ve sancısız. Kendinizi 'imgeşörlük'ten kurtarmayı pekâlâ başarmışsınız. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

İlkiz Kucur: İmgeye boğulmuş, kendi bilinçaltımızın hiçbir süzgeçten geçmeden olduğu gibi ortaya savrulduğu şiir kadar, kelimelerin art arda dizildiği arada birbiri ile uyumlu hecelerin de denk getirilerek yazılmış şiirden de korkarım. Şiirin kendi iç sesi-müziği-, yeni henüz parlaklığını yitirmemiş imgeleri, simyacı titizliği ile seçilmiş sözcüklerden oluşan işçiliğinin önünde saygı ile eğilirim.

Kitaba giren şiirler aslında şairin o anki yolculuğunun ürünü. Her kitap da yolculuk farklı yönlere olabiliyor. Dolayısıyla o yolculuk, hangi duraklarda durduğunuzu, pencerenin arkasından ya da sokaktan neleri heybenize aldığınıza göre şiirinizi ortaya çıkarıyor. Öncelikle 1980’lerdeki İlkiz 2015’te artık aynı yolda aynı durakta değil. Bu arada yaşadığı, okuduğu, yaptıkları ile farklı bir noktada duruyor. Dünya da edebiyat da öyle. Bugün durduğum nokta da işçiliğe, şiirin içinde onu boğmayan imgeye, sözcüklerin iç sesinde olması gerektiği kadarına yer vermeye, yapı taşları arasında dengenin oluşmasına çalışıyorum. Hani kilit taşı çekilirse yapının yıkılması örneği gibi, imge şiirimde ki dengeyi bir kilit taşı olarak sağlasın istiyorum. Bu amaçla hiç acımadan harcadığım onca sözcük var ki.

1980’lerde ODTÜ’de müzikle uğraşan bir arkadaşıma şiirim ilk kez yayımlandığında dergiyi uzattım. Okudu ve aynen şunları söyledi; “Tebrikler ama bizim böyle çiçek böcek aşk gibi şeyler yerine daha farklı konularda yazmamız gerekmez mi?” Böylesi kuru bir sanat anlayışının hâkim olduğu dönemde ben tam tersi yöne gittim. Belki de bu yüzden daha içe dönük bir şiir anlayışının ürünüdür “Ama Ben İlkizim.”

Belli ki aradan geçen uzun yıllar değiştirmiş beni ve şiirimi. Poetik imgenin ne olması gerektiği konusunda daha özenli ve ekonomik davranmaya çalıştığım doğrudur. Yazdığınız şiirde bunu gerektiriyor ve siz bunu fark ediyorsanız, üzeri çizilmiş dizeler sizi korkutmuyorsa sanırım işin en zor kısmını başarıyorsunuz. Ayrıca sizin de bendeki bu değişimi tespit etmiş olmanıza çok teşekkür ederim.

Sina Akyol: İkinci kitabınızdan hareketle soruyorum, ilk kitaptan ikinci kitaba gelmiş olan şiiriniz bundan sonra nereye.. nerelere gidecek. Bir öngörünüz var mı? Yoksa böylesi öngörüleri olmamalı mı şairin? Bağlı olarak, şairin böylesi öngörülere sahip olması kendi şiir geleceğine yönelik bir tür 'önüne hedef koyma' durumu değil midir?'

İlkiz Kucur: Açıkça bu konuda bir öngörüm ve hedefim yok. Zamanın ve sözcüklerin benden geçerek yapacakları yolculuklarına eşlik edeceğim. Yaşadıklarım, yaşayacaklarımız mutlaka izlerini bırakacaklar, yolumuza çakıl taşlan döşeyeceklerdir. O çakıl taşlarından hangilerini toplayacağımı şimdiden, bilemiyorum. İstediğim, yazacağım sözcükleri kirletmeden, şiire ve okura saygısızlık etmeden: bu yolculuğu sürdürmek. Çünkü kafanızda oluşturduğunuz, yapmak istedikleriniz bir anda farklı mecralardaki gelişmelerle alt üst olabiliyor. Henüz Suriye’de iç savaş yokken kaçak göçmenlerle ilgili bir şeyler yazmak istedim. O zaman kaçak göçmenlere ulaşmak kolay değildi. Şimdi her şey alt üst oldu ve adım başı her kavşak da karşımızdalar. Tüm kıyılarımız ayrı bir acıya tanıklık etti. Bu kadar hayatimizin içine giren bir konuda sıcağı sıcağına yazarak olayın popülaritesinden faydalanmak, kolaycılığa kaçmak istemedim ben de. Bu konuda yazacaklarımı demlenmeye bıraktım.

Yaşadıklarımın, kişisel deneyimlerimin hemen şiire dönüşmesinden korkuyorum sanırım. Eh bu durumda sözü uzatmanın faydası yok. Hayır, şiirimle ilgili öngörüm ve önüme koyduğum bir hedefim yok.

SİNA AKYOL İLE SÖYLEŞİ / İLKİZ KUCUR

İlkiz Kucur: "Salyangoz İlmi” nde günlük hayatın sözcüklerinden farklı bir dile ulaşma ütopyanıza ne kadar yaklaştınız (Yetinmek Sevindirir, sayfa 98'den yola çıkarak bu soruyu sormak istedim.)

Sina Akyol: Elimden geldiği kadar, yaklaşabildiğim kadar...

Gündelik hayatın sözcüklerinden yola çıkarak farklı bir dile ulaşmak mümkün müdür, evet mümkündür. Tabii ki gündelik hayatın sözcükleriyle yazacağız, o sözcükleri biliyoruz çünkü. Gündelik hayatın sözcüklerini küçümsemek, daha ‘üst’ bir dilin ‘şahane’ sözcükleriyle yazmaya çabalamak benim işim olamaz. İmge kullanımının tadında bırakıldığı yalın bir şiir dilinden yanayım.

Salyangoz İlmi’ nde gündelik hayatın sözcüklerinden yola çıkarak farklı bir dile ulaşabildim mi? Ulaşabilmiş olmayı umarım. Sonuçta, siz yani okur yanıtlasa gerek bu soruyu.

İlkiz Kucur: Haiku, başka bir kültüre ait bu türü bizim şiir geleneğimiz içinde yazarken okur açısından bir risk oldu mu? Olmadı ise okurun bunu kabullenmesinde şiire ait altyapımızda neler kolaylaştırıcı olmuştur?

Sina Akyol: Enis Batur’un “Haiku yazabilmek için Japon olmak gerekir” cümlesine bütünüyle katılıyorum. Bana yöneltilen sorulardan biri mutlaka haiku konusuyla ilgili olur, olmuştur. Defalarca belirttim; ben haiku yazmadım hiç, haikunun duyarlığından el aldım. Beş-yedi-beş ve sonrasında yedi-yedi ölçüleriyle Türkçe şiir yazmak hayli zordur ve bendeniz bu zor’u deneyip üstesinden gelmeyi başarmak istemişimdir. (Beş-yedi-beş ölçüsüyle yazmış olmak mutlaka haiku yazmış olmak anlamına gelmez. Ayrıca haiku başka bir şey, ‘kısa şiir' başka bir şeydir.)

Haikuyu bizim şiir geleneğimiz içinde yazmanın okur açısından bir risk faktörü oluşturabileceğini düşünmüyorum. Öncelikle haiku yazmıyoruz; olsa olsa haiku duyarlığından yola çıkarak, bu duyarlığı -sizin de belirtmiş olduğunuz gibi- kendi şiir geleneğimiz içinde dile getirmeye çalışıyoruz. Eğer başarabilmişsek, okura doğru-düzgün bir şiir sunmuşuz demektir. Öyleyse okur açısından bir risk faktörü niye var olsun ki? Okur açısından nelerin ‘kolaylaştırıcı’ olması konusuna gelince: Eğer sorunuzu doğru anladıysam, madem haiku duyarlığından yola çıkıyoruz, ama o duyarlığı kendi şiir geleneğimiz içinde işliyoruz, öyleyse okura bir bakıma ‘alışkın’ olduğu ‘şeyler’ veriyoruz demektir. Öyleyse okur niye zorlansın?

İlkiz Kucur: Son olarak şiirinizdeki soru işaretleri. Gündelik hayatın sözcüklerini alıp şiirinize yerleştirirken ne yapıyorsunuz da o soru işaretleri aydınlanıveriyor?

Sina Akyol: Dediğim gibi, gündelik hayatın sözcüklerin kullanarak yazmak bana iyi geliyor. Sorular sormayı, sorduğum sorulara yanıtlar vermeyi, bütün bunları yazmakta olduğum şiirin içinde yapmayı öteden beri sevmişimdir. Yaklaşık sizin ifadenizle, “ne yapıyorum da o soru işaretleri aydınlanıveriyor” a gelince: Bilmem ki, olsa olsa içtenlikli davranıyorumdur (sahiciyimdir demek daha doğru olacak); kendimi kasmadan yazıyorsam her şey yolunda demektir.

Sayı: 79, Mart / Nisan 2016
Image

şair ve burcu

Edebiyatın insanları bağladığı şüphesiz. İnsanlar arasında ortak payda kuran başka bir konu ise burçlar. Doğum tarihlerine göre keşfedilen burçların kişilik özelliklerini, ruh hallerini ve davranışları etkilediği de bilinir.
Kişinin doğum gününe bakılarak anlaşılan Güneş Burcu yanında, bir de doğum saatine göre belirlenen Ay Burcu, yanı yükselen de var. Bu iki unsur, insanların günlük hayattaki fiillerini bile et-kiler durumda Bu noktada aklımıza şöyle bir soru gelebilir: Acaba biz gerçekten evrenin hareketine göre burcumuzun etkisinde mi kalıyoruz; yoksa burcumuza göre kendimizi psikolojik bir etki altında mı bırakıyoruz? Cevabı ne olursa olsun burçların hayatımızda büyük bir yeri olduğu kesin. Peki, yaşayanların ortak bilinçlerinden bir diğeri olan edebiyat ve edebiyat üreticilerinde ne gibi bir etkisi var? Bu dosyada o sorunun yanıtını aramak istedik.
Öncelikle şiirlerinde burç unsurlarına yer veren şairlerle ilgili bir tarama yaptık. Oluşturduğumuz listeye renkli isimleri kaydettik ve onlara sorularımızı yönelttik: Burcunuzun yazdığınız şiirler üzerinde bir etkisi olduğuna inanıyor musunuz? Bu konuyla ilgili çözümleyici bir yazı yazabilir misiniz?
Seçtiğimiz şairlerin burç yazılarına okumaya başlamadan önce dünya edebiyatında yer etmiş bazı isimlere bir göz atalım:
Savaşçı bir ruh olan "Koç”un aynı zamanda naif bir kendini anlatma mücadelesine örnek olarak Baudelaire, Maya Angelou, Emile Zola, Samuel Beckett, Gogol, Maksim Gorki gösterilebilir.
"Boğa" burcu edebiyatçılarında ise dikkat çeken en belirgin özellikler tutku ve cinsellik. Romeo ve Julietteki tutkunun Shakespeare'in Boğa oluşundan kaynaklandığı düşünülebilir. Nabokov ise Lolita'da Boğa burcunun bedensel arzularını ön plana çıkarmıştır. Balzac’ın Madame Bovary karakterin tutkularında yazarın burcunun etkisinin olması rastlantı mıdır acaba?
“İkizler" in sözcükler üzerindeki hâkimiyetine örnek olarak Dante, Thomas Mann, Puşkin, Ömer Hayyam’ı gösterebiliriz.
İnsan dünyasının inceliklerini deşen edebiyatçıların burcu ise "Yengeç”. Franz Kafka ‘nın dönüşümünü, Ted Hughes ‘in şiirlerini hatırlayın... Proust, A. Dumas, Bukovvski de yengeçlerden tabii ki.
Eleştiren ve didik didik eden "Başak” lara örnek olarak, Agatha Christie’nin romanları, Goethe’nin Genç Wertheri, Stephen King, Cesare Pavese gösterilebilir.
Nietzsche, Oscar Wilde, Rimbaud, Itato Calvino ise estetik kaygı güden "Terazi” lerdendir.
Hayat ve ölüm arasındaki ince çizgide yürüyen "Akrep" ler ise Dostoyevski, Andre Gide, Sylvia Plath, Schiller, Voltaire, Turgenyev gibi isimler.
Geniş ufukları kovalayan "Yay” lara örnek ise Stephan Zweig, Emily Dickenson, Jane Austen, Paul Eluard...
Hayatla yalnız başına mücadele eden, misyon yüklü "Oğlak” burcu mensupları ise Umber- to Eco, Jack London, Henry Miller.
Sınırsız hayal güçleriyle "Kova” burcunda Virginia Woolf, Charles Dickens, Anton Çehov, Bertold Brecht ve Stendhal var.
Ötelerde ve duygularıyla yaşayan “Balık” lardan ise Gabriel Garda Marguez, Elızabeth Barrett Brovvnıng, John Steinbeck, Henrik Ibsen 'i sayabiliriz.
Dünya edebiyatından örnekler elbette arttırılabilir.
Ve gelelim bizim şairlerimize...
İLKİZ KUCUR

burcumun yalancısıyım

Burcum ile ilişkim sadece Boğa burcundan olduğumu bilmek kadar desem inanır mısınız? Evet, mutlaka burç yorumlarına denk gelmişimdir. Ama o an ki beklentilerime uygun yorumlar varsa dikkatimi çekmiştir ki çok kısa süre sonra onları da unuturum. Bu yazı için internetten biraz bilgi toplamak istedim. Hem böylece bugüne dek ihmal eniğim burcumla da ilgilenmiş olacağım. Önce kimler Boğa burcundanmış diyerek burçdaşlarımı araştırdım. Kimler yokmuş ki? Lenin, Shakespeare, II. Elizabeth, Balzac, Hitler ve Saddam Hüseyin. Shakespeare ile aynı burçtan olmak hoşuma gitti doğrusu. Ama Hitler ‘i görünce ürpermedim değil. Neyse ki Marx da benimle aynı burçtanmış.
Eh elim değmişken hayatımda ilk kez yükselenimi de öğrendim. Yengeç’miş. Benim gibi iki diz tam protez ameliyatı geçirmiş biri Oğlak burcundan olacak değil ya elbette Yengeç olur, protezli dizleri ile yürümeye çalışırdı.
Gezegenim Venüs olduğuna göre güzellikleri temsil ediyormuşum. Burcumun güzel özeliklerini hemen benimsedim de sabit fikirli olduğumu öğrenmek pek hoşuma gitmedi. Neyse ki güvenilir biriymişim
Ama bir gerçek var ki Mayıs ayında doğmuş olduğuma seviniyorum. Bence doğmak için en güzel ay. Herhalde Venüs bu yüzden gezegeni olmak için Mayıs ayını seçmiştir. Düşünsenize doğanın yeniden canlanışı, bütün acılarına karşın yine de umutların en parlak olduğu aydır Mayıs.
Başarılı olacağım meslekler arasında bankacılık ve yazarlık varmış. Bu yüzden mi okulu bitirdiğimde rakam ve paranın olmadığı bir işte çalışırım desem de bankacılıktan emekli oldum? Darısı yazarlığa diyelim. Yıldızlar Boğa burcunun yardımcısı olsun, harflerin ve sözcüklerin önünü açsın. Bunca yıllık burcum bunu benden esirgemez umarım. Söz veriyorum ben de onunla daha çok ilgileneceğim.
Boğa burcunun mitolojik olarak kökeni Zeus’un âşık olduğu Europa’ nın yanında olmak için kendisini boğaya dönüştürüp onu sırtında gökyüzüne kaçırması ile ortaya çıkan yıldız takımına dayanıyormuş. Pek çok antik Yunan vazosunun üzerinde boğa üzerinde parende atan insan figürlerinin nedeni bu olabilir mi acaba? Öyle ise üzgünüm Zeus, senden önce boğa üzerinde parende atan insan figürü Hititler ’de ortaya çıkar. İnanmıyorsan “İnandık Vazosuna” bakabilirsin. Ama Zeus bu, uzun süre bir kadına bağlı kalır mı? Bir süre sonra Europa ‘yı Girit 'te bırakıp çekip gider. Ben de Girit'in karşı kıyısında doğduğuma göre kendimi Europa ile kan kardeşi ilan edebilirim
Bir başka öykü de Gilgameş ’e âşık olan Iştar ile ilgili. Gigameş ’in kendisine yüz vermemesine sinirlenen İştar, babası Tanrılar Tanrısı Anu 'dan onu öldürmesi için güçlü bir boğa yaratmasını ister. Bu yüzden Ay Boğa burcuna girdiğinde Babilliler ’in şans getirdiğine inandıkları altın boynuzlu boğanın kurban geleneği olduğu söylenir. Iştar’ın gazabından insanları korumanın bedelini benim zavallı burcum ödemiş demek ki
Burçlar insanların geleceği öğrenme meraklın sonunda ortaya çıktığına göre umarım bir gün tüm burçlar ortak bir karar alıp bize güzel bir yaşam sunarlar. Biz bunu gerçekleştirme konusun da pek de istekli olmadığımıza göre umudumuz burçlarda.
 

Boğa Burcu

sessiz denizlere vuran yıldızlar fısıldasın
yarın nerede karaya vurur hayatım
uzanıp tutabilsem milyonlarca yılını
gökyüzünün
bir perinin çubuğunda dağıtsam tozlarını
yanıp sönen parlaklığında
taşısam sizi toprağa

Iştar’ın sırtına sapladığı kılıcın çığlığı
Madrit sokaklarında kaybolan o son bakış
bütün kızgınlığını savuran boynuzlarında

ulu Zeus’un bırakıp gittiği gölgesi
geleceğimi karanlık gecelere saklayan
dünya senin boynuzlarında mı sanırsın?
çoktan göçtü Olimpos Tanrılarının hükmü

şehrin ışıklan öldürdü
bildiğim bütün takımyıldızlarını
neonlarda sahte hayatlarını sürdüren
yevmiyeli burçlar kaldı geriye
gazetelerin okunmayan köşelerinde

Sayı: 85, Mart / Nisan 2017
Image

Doğan Hızlan ile Söyleşi

ELEŞTİRMEN VE OKURLARI:

Doğan Hızlan, Arife Kalender, Deniz Durukan, Emel Koşar, İlkiz Kucur, Nisa Leyla, Çağla Meknuze, Gonca Özmen, Ümran Ersin, Emel İrtem, Gülçin Sahilli, Hilal Karahan, Ruhsan İskifoğlu, Hülya Soyşekerci, Gülce Başer.

 ---

Arife Kalender: İlk yazınızın yayımlandığı 1954 yılından bu yana edebiyatın içindesiniz 1937'de doğduğunuzu düşünürsek; ömrünüz edebiyat evrelerini, akımlarını, değişim ve dönüşümlerini gözlemekle, üzerine düşünmekle geçmiş olmalı. Osmanlı dönemindeki Doğu edebiyatının etkisinin yerini, daha sonraları Batı edebiyatı almış. Bugün de, bence Batı etkileri sürüyor. Yazı dünyamızın Doğu'dan ve Batı'dan kuşatılmışlığını ve de ülkemizdeki Özgür yaratı koşullarının tam olmadığını düşünürsek; sizce özgün ve gelişmiş bir ulusal edebiyattan söz edebilir miyiz?
Doğan Hızlan: Bence edebiyat tarihini iyi inceledikten sonra bazı yargılar oluşturmalı. Osmanlı döneminde sadece Doğu etkisinden söz edemeyiz. Yenilikçi hareketler Batı türlerine meyiller, Batı ile Doğu’nun kaynaşmasını, bir potada eritilmesini uygun gördü, ama bunlar birbiriyle ne kadar uyuma ulaştı, ne kadar bir birleşme oldu kesin bir şey söylemek mümkün değil. Çünkü edebiyatçıların monografileri yazılmamış, tek tek incelemeler yapılmamış, türlerin serüveni yüzeysel biçimde ele alınmış. Edebiyat tarihlerimizin de bir aksaklığı var, tek kişi yazmış. Oysa Batı’nın tarihlerinde, sözlüklerinde her maddeyi başka birinin yazdığını görürsünüz. Bir editör de hem bu farklılığı, hem de koordinasyonu sağlar. Ulusal edebiyattan çok değişik şeyler anlaşılır. Hiç kuşkusuz bir Türk edebiyatından söz ediyordunuz. Bu kadar an bir edebiyat bugün mümkün değil. Batı ile Doğu karışacak, önemli olan bu karışımdan bize özgü eserler çıkması. Söz gelemi Afrika’dan, Asya’dan gelen yazarlar kendi ülkelerinin sesini, rengini ulaştırıyorlar. Ulusallığı bu içerikte anlıyorsanız katılırım. Romancı, şair, öykücü olsaydım buna sağlıklı bir yanıt verebilirdim ama, bir eleştirmen olarak kesin/keskin çözümler öneremeyeceğim.
Deniz Durukan: Sizin kuşağınız ve oradaki edebi görgü çok önemliydi. Herkesin sözünü dinlediği ya da sözü kabul edilen edebiyatçılar, eleştirmenler vardı. Yapılan değerlendirmelerde nesnel bakışa çokça özen gösterilirdi. Sizin değerlendirmelerinizde hep adilce oldu, oluyor. Bugün de aynı görgüyü taşıyan önemli edebiyatçılar, şairler ve eleştirmenler var kuşkusuz, ama sanki daha az. Şimdilerde daha çok küçük gruplar ve bu grupların başını çeken şairler, eleştirmenler var. Daha doğrusu, küçük grupların çoğunlukla kendine yakın isimleri övmesiyle ortaya çıkan bir klikleşme de hâkim. Bu, dönemin siyasi konjonktürüyle ilgili de olabilir. Buradan büyük bir edebiyat hareketi çıkar mı ya da bu sorunu nasıl aşarız?
Doğan Hızlan: Bu saptamalarınıza katılıyorum, teşhisler doğru ama tedavi için tutarlı bir düşünce ileri sürmek zor. O zamanlar her alanda sözü dinlenen kişiler vardı. Yalnız edebiyatta mı, her alanda! Şimdi tek adam yerine çok adam var, bakın üniversitelerde, yazarlık atölyelerinde eleştirmenler yetişiyor. Nesnellik/öznellik şimdi belli oranda birleşti. Dediğiniz azalmaya ben de katılıyorum. Çok küçük grupların edebiyatta egemenliklerine ben de karşıyım. Edebî ölçütler, değerler dışındaki anlayışlar edebiyatın onuruna aykırıdır. Siyasal konjoktürün etkisini göz ardı edemeyiz. Ama unutulmaması gereken bir şey var: Siyasal konjonktür, yapıtın değerine bir şey katmaz. Dilerim ki bu kanılarımız yanlış olsun, büyük bir edebiyat doğsun ama büyük bir edebiyat hareketi beklemiyorum. Toplumsal yapımız da, dünyanın gidişatı da büyük çıkışlara uygun değil. Her şeyin günübirlik olduğu bir dünyada bunun gerçekleşmesi zor. Dilerim ki bu kanılarımız yanlış, olsun, büyük bir edebiyat doğsun.
Arife Kalender: Eleştiriye değil de, yaratıcı edebiyata yönelmiş olsaydınız hangi dalda yazmak isterdiniz? Şiir mi, öykü mü, roman mil
Doğan Hızlan: Şiiri tercih edebilirdim. Yoğun, kısa bir okumada insanı etkileyen tür şiir.
Emel Koşar: Edebiyat ortamlarına mesafeli duruşunuzla tanınıyorsunuz. Mesafeden kastım, neredeyse 1950 sonrası edebiyat ortamlarının tamamını teneffüs etmenize rağmen aidiyet hissiyle bu ortamlarda bulunmayışınızdır. Yalnızca metin odaklı bir tecrübenin sizi bulunduğunuz konuma getirdiğini sanmıyorum. İnsan biriktirecek bu konuma geldiğinizi söyleyebilir misiniz?
Doğan Hızlan: Mesafe sözü benim için çok doğru bir teşhis. 1950 Kuşağı’nın bir mensubu olarak onlarla dostluğum kavi ve derindir. Ama benden büyük ustalarla da dostluk kurdum, kalabalık âlemlerden sıkılırım, ne bir şey dinleyebilirsiniz öyle ortamlarda, ne sizi dinlerler. Ayrıca masa tartışmalarından hiç hoşlanmam. Edebiyatı ve Türkiye’yi kurtarıcı konuşmaların başladığı anda masayı terk ederim. Elbette insan biriktirdim ama her zaman belli bir mesafeyi koruyarak. Edebiyat ürünnleriyle dostlukların karışmasından her zaman korktum, çekindim, onun için de iyi yazarlar, şairler dostlarım oldu.    
İlkiz Kucur, Nisa Leyla: Eleştirmen kimliğinizin yanında editörlükte yaptınız. İkisinin birbiri ile çakışan ya da çatışan yanları var mıdır?
Doğan Hızlan: Hem çakışan hem çatışan yanlarını yaşadım. İyi yazarların benim yönettiğim yayı-nevinde kitaplarının çıkmasını istedim, bunu da büyük ölçüde başardım. Ancak benim sevmediğim, benim ölçütlerime uymayan, iyi bir yazarı, şairi de bastım. Daha garibini söylemeliyim. Bir zamanlar iki rakip yayınevinin yöneticiliğini aynı zamanda yaptım. Hem Altın Kitaplar Yayınevi’nin hem Hürriyet Yayınları'nın. Çevirmenler için de geçerli bu kurallarım.
İlkiz Kucur: Okurla yazar arasındaki bir aşamada ciddi bir kitap tanıtımı ya da incelemesi yazmak eleştirmenin yapması gereken bir iş midir? Bu iş bizde yeterince yapılıyor mu?
Doğan Hızlan: Ben eleştirmenlerin yapmasını uygun görüyorum ama şart mıdır derseniz buna hayır cevabını verebilirim. Batı’daki gibi kitap dergileri henüz bizde yayımlanmıyor. Çünkü ne yazan var ne de yayıncısı. Ben TTze Neve York Revievp of Books tarzı dergileri çok severim, çünkü yalnız bir kitabın ekseninde dolanıp durmaz, ilgili başka kitaplara da göndermeler yapılır, yazarın başka kitapları da söz konu edilir. Bizde bunu bir okur ihtiyacı olarak görüyorum.
İlkiz Kucur, Çağla Meknuze: Çok satılan kitapla az satılan kitap arasında eleştirmen nasıl bir role sahiptir?
Doğan Hızlan: Her zaman söylerim çok satan kitap her zaman kötü kitap değildir. Az satan kitap da her zaman iyi kitap değildir. Eleştirmenin görevi, iyi kitabı bu çatışmaların içinden seçip tanıtmaktır. Popüler akımları ayıklamakta görev almalıyız. Eleştirmen değeri tayin etmeli.
İlkiz Kucur: Sizin yazılarınız için "kimse için kötü bir şey yazmıyor" diyenler var. Siz bu konuda ne dersiniz?
Doğan Hızlan: Doğru derim. Ben beğendiklerimi yazarım, başkaları da beğenemediklerini yazsın. Ben hep şu sözü tekrarlarım: Ben var etmenin zorluğunu seçtim, yok etmenin kolaylığından uzak durdum. Bunca emeğin kötülenerek yok edilmesine gönlüm razı olmuyor. Edebiyat tarihi zaten onları eritiyor. Ben zaten oku okuma diye emredici bir üslubu hiçbir zaman benimsemedim.
Gonca Özmen: Yazılarınız, açıklık ve anlaşılırlık, akıcılık ve rahat okunurluk açılarından yalınlıkla derinliği birleştiriyor. Bir açıdan karmaşık, uzun, alıntı ve dipnotlara boğulmuş, kuru, kuramsal ve akademik eleştirilerden ayrılıyor: Bunda; birikimin, çok okuma ve yazmanın sağladığı deneyimin yanı sıra gazete ve dergilere yazma, ortalama okura da seslenme kaygısının payı var mı? Eleştirel denemelerin, kitap tanıtımlarına, okura ve eleştiri türüne ne gibi katkıları olmaktadır sizce?
Doğan Hızlan: Doğru bir saptama. Ancak uzun yazılarımda bazen dediğiniz tarzı aşıyorum. Alıntı ve dipnotları kullanıyorum. Kitaptaki uzun yazılarımda anlaşılma, ortalama okura ulaşma kaygım yok. Ancak gazete yazılarımda terimlerden kaçmaya çalışıyorum. Ayrıca didaktik eleştiri anlayışını savunuyorum, öznelliğin bazı yazarlar için geçerli olduğu kanısındayım. Yöntem nesnel olmalı ama beğeni de uzak tutulmamalı. Bu çeşit yazıların okuru yetiştirmede, seçme yapmada yaran olduğu kanısındayım. En azından okura bir seçme beğenisi, ölçütleri önerdiği için önemli. Bence etkin okuru yetiştirmede işlevi var.
Gonca Özmen: Hakkında yazılan metni yazarından, toplumsal çevre ve koşullardan soyutlayarak ele alan eleştiri anlayışına katılıyor musunuz? Eleştiri anlayışınız ve yakınlık duyduğunuz eleştiri, kuramı/kuramları konusunda bilgi verir misiniz?
Doğan Hızlan: Her zaman katılmıyorum. Her yazara, şaire farklı yöntemlerle yaklaşmayı yeğliyorum. Öbür anlayış mekanik bir işlemden ibaret kalır. Yakınlık duyduğum Amerikan eleştiri anlayışı, analitik, çözümleyici ve didaktik, yani kuramın egemenliği yerine, bilgi veren bir anlayış.
Ümran Ersin: Toplumların siyasal geçmişlerine bakıldığında savaşlar, devrimler, işgaller o ülke edebiyatçılarının kuşkusuz her birinde birbirinden ayrıksı etkiler yaratmıştır ama eserlerinde sizce edebiyat adına nasıl bir etki yaratmıştır? Ayrıca ülkemize bakacak olursak, siyasi ve sosyo-ekonomik yapıda çok farklı dinamiklerin, değerler alanındaki değişimine tanık olurken: edebiyatımız ve edebiyatçımız bundan nasıl etkilenmekte, bu etki geleceğe nasıl bir tortu bırakmak üzere şimdide şekillenmektedir?
Doğan Hızlan: Edebiyatçılar bu etkileri eserlerinde yansıtmışlardır. Ama bir edebiyatçıyı da sadece bu açıdan değerlendirmek eksik bir yargılama olur. Bu etki, darbeler, devrimler, değişimler hemen o kuşakta etkisini göstermez, daha sonraki kuşakları daha çok yaralar. Tanıklık yapan yazar yansıtmalı, ama zorunlu bir tavır olarak da görmüyorum. Edebiyatı bütün bu öğeler etkileyecek, o kuşak da bunların etkisinde yaratacak.
Ümran Ersin, Emel İrtem: Bilindiği gibi çağımız, teknolojinin her gün gelişmeler kaydettiği bir zamanda bilişim çağının hızında. Diyalektik açıdan baktığımızda hiçbir olgu diğerlerinden koparılıp alınamıyor, birbirleri üzerindeki etkileri görmezden gelinemiyorken, hiçbir şeyin giz olmaktan çıktığı bu çok hızlı zamanda yalnızca nicelik ve teknik olarak değil özellikle nitelik açısından da geleceğin edebiyatını bilişim çağı size göre nasıl belirleyecek?
Doğan Hızlan: Teknoloji yaşamı değiştiriyor, yüksek tempolu bir hayat yaşatıyor. Ancak incelikleri, durup dinlenmeleri es geçmemize sebep oluyor. Yüzeysel yaratıların çağına giriyoruz gibi bir korku kaplıyor içimi. Görselliğin yükselişi okumanın etkisini azaltabilir. Bu sorunun yanıtını verebilmek için uzun bir incelemeye ihtiyacım var.
Arife Kalender, Nisa Leyla, Gülçin Sahilli: "Kadın Şair-Yazar" kavramı ve koşulları, üzerinde çok konuşulmuş izlenimi verse de, bence yansız bakış açısıyla ele alınarak irdelenmedi. Sizce kadınlar, yazdıklarının ya da yazacaklarının mücadelesini yeterince verdiler mi, verebiliyorlar mı? Erkek egemen görüşün, kadın özneleri engelleyişinden söz konusu mu?
Doğan Hızlan: Kadın Şair-Yazar sözü edildiğinde sevgili Tomris'i anarım. Derdi ki, erkek yazar deniliyor mu? Ne var ki, yerli ve yabancı yayıncılar da böyle bir ayrım yapıyor. Kadınlar bu mücadelede canla başla çalışıyorlar, ancak ülkenin bu konudaki anlayışı yaygınlaşmasını engelliyor. Doğu toplumunun ahlâk, kadının yeri konusundaki kalıntıları hâlâ varlığını sürdürüyor. Kadınların mücadelesini daha da ileri götürmelerini destekliyorum, bekliyorum.
Çağla Meknuze: Yemek konusunda çok titiz olduğunuz söyleniyor. Konuk gideceğiniz yerde günler öncesinden, gerçekten günler öncesinden hazırlık yapılıyor mu?
Doğan Hızlan: Biraz abartılı bir iddia ama doğruluk payı da var. Yakın dostlarım benim sevdiğim yemekleri bilirler, onları hazırlarlar. Zaten dışardaysam belli lokantalarda yerim.
Hilal Karahan: Behçet Necatigil şiiri üzerine yapmış olduğunuz incelemeleri çok önemsiyorum. Behçet Necatigil şiirinin anlaşılmasında Hilmi Yavuz kadar emeğiniz olduğuna inanıyorum. Onun Türk modern şiiri içindeki yeri nedir ve sizce modem şiir kiminle başlamıştır?
Doğan Hızlan: Necatigil, gelenekle yenilik arasındaki bağlantıyı Türk şiiri bağlamında kurmuş büyük bir usta. Yahya Kemal ile Ahmet Haşim ‘i unutmayalım.
Ruhsan İskilifoğlu, Emel Ertem:Bir kalem bir insanın dikkatini toplamak ve ihtirasını ateşlemek için en mükemmel alettir.” diyor John Adams. Eleştirmenin meydanı elbette kağıttır ve silahı kalemdir. Kalem konusunda size soru sorulmuş muydu bilmiyorum ama özel kalem koleksiyonunuzdan bahseder misiniz? Kalem nedir sizce? Kalem sahibisiniz, bunu her iki anlamda da bize aktarırken ki görüşlerinizi merak ediyoruz?
Doğan Hızlan: Kalem merakım bir tutku, bir zevk. Güzel kalemler var. Dolma kalemden kurşun kaleme kadar bir toplam. Onlarla yazıyorum, temizliyorum. Bakım istiyor, güzel bir uğraş.
Çağla Meknuze: Anneniz on yıl önce, acı bir tesadüfle 70. doğum gününüzde vefat etmişti. 'Annem benim hafızamdı' başlıklı bir yazınızda, 'bildiklerimin, öğrendiklerimin bilançosu çıksa, hepsi anneme yazılır' diyorsunuz. Aradan geçen on yılda yetmiş yıllık ev ve hayat arkadaşınızın yokluğunda hafızanızda, hayata ve edebiyata bakışınızda neler değişti?
Doğan Hızlan: Anneannem ve annem beni bu hallere karşı dirençli yetiştirdiler. Elbette çok arıyorum, dediklerinizi düşününce daha çok. Edebiyata bakışımda bir değişme olmadı.